30 Mayıs 2013 Perşembe

Canlarında mermilerin uğultusu: Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir


29 Mayıs 2013, 11:48
Canlarında mermilerin uğultusu: Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir
Sinan’la mahalleden arkadaşız. Bizim evimiz Göztepe Taş Mektep Sokak, onlarınki iki arka sokaktaydı. Yeşillikler içinde, eski İstanbul’dan kalma, büyüleyici özelliklerle bezeli ne güzel bir evdi. Babası Adnan Cemgil öz amcamız, annesi Nazife Hanım öz teyzemizden öte. Türkiye İşçi Partisi’nin iki önderi, devrimci duygumuzun heyecan kuyuları. Evlerine girdiğimde hayallerimle buluşuyorum. Marks, Engels, Lenin, Sabahattin Ali, Nâzım, sanki hepsi orda yaşamışlar gibi. Kitap ve kültür tüten bir yuva. Adnan Amca, Nazife Teyze sürekli çalışıyor. Bir çocukları daha var. Dumrul. İncir ağaçları, top koşturduğumuz arsalar. Sinan kıvılcım yumağı. Ayakları yere basmayan tek söz etmez bir kimliği var. Babası ve annesi, 50’li yıllarda Menderes’in Kore’ye asker göndermesine karşı koyduğundan zulme uğramış o dönemin yiğit devrimcileri. Yani Sinan daha 7 yaşında zindan kapısıyla tanışmış. Camilerden boşalan örgütlü yobazların 1965’te Bursa Saray Sineması’nda TİP’in kongresini bastıkları ve Adnan Cemgil’in linçten ağır yaralı kurtulabildiği gün, ölümden dönen kapıdaki görevli TİP’li gençlerden biri de bendim. Sinan’ın biriken öfkesinde nice böyle acı var. Kendisi de ‘nezaret’le aynı yıl, 965’te tanıştı. Ataolların Ankara’da çıkardığı “Dönüşüm”ün sokak satışında gözaltına alındı. İlerleyen aylarda, içindeki kıvılcım yangın olup harladı. 31 Mayıs 1971’deki katliama kadar. Ajanslar katliamı, “Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga adlı teröristler Nurhak Dağları’nda ölü olarak ele geçirildi!” diye duyurdu. Sinan’ın cebinden, son dizeleri “Bir adam öldü, adam adam değil ki, kurtuluş marşı” olan bir şiir çıkmıştı. Üçünün de gövdeleri kurşunlarla delik deşikti. Haberi, Halkın Dostları Dergisi’ni basıma hazırlarken duydum. Sabaha dek ateş ağladım. O gece yazdığım şiiri sabah o sayıya ekledim:

 
YAŞAMAK ADINA (Sinan Cemgil için / Mayıs 971)

Doldurdu gırtlağını kalbinden esen rüzgâr / Dağıldı sessizce yaralarına / Kalbin ki susarak neler söyledi / En güzel şiirler bile uzaktı ona // Şimdi uykusunda kıpırdayan çocuklar / Rüzgârınla uçuşan kar gibidir / Ve dalgın gözlerin şefkatle aralanıp / Kelebekler döküyor onların titreyen kanatlarına / Uzanıp gidiyorsun belli belirsiz / Bir tutam kan sıcak nefesiyle dostların / Kakül gibi kıvrılıyor alnında / Süngülenmiş bahar kadar dokunaklısın / Süngülenmiş bahar kadar incelen hayal / Tanımsız duygularla katıldı sana / Gülümsedin papatyadan örülmüş bayırlar gibi / Kuşlar kondu koynuna gülümserken / Hasretin derinleştiği anda / Kapıştılar kabaran bağrındaki dehşeti // İşte derelerin kıyısında sevişen serçelerin / Arılar topluyor sevinçlerini / Oynarken gölgesinden ürküyor sincap / Sabahın boşluğuna serpildi kırlangıçlar // İşte yayla serin boylu boyunca / Kan sıcak / Ses yankı veriyor mağara önünde // Yıldız dökmek isteyene zorlu dağlar var.

Ruhunda şiirin kanatlarıyla dolaşan diğer arkadaşım Hüseyin Cevahir. Dersimli. Alnı aydınlığın doruğu. Daha yirmili yaşlara yeni değmişiz. 60’lı yılların sonları. Benim ilk şiirlerim, onun ilk sanat eleştiri yazıları yayınlanıyor. Coşkumuz omuzlarımızda güvercin sürüsü. Cöntürk’ün Yordam Dergisi’ne o şiir konulu eleştiri yazısını yollamış, ben şiirimi. İkimiz de TİP’e gidip geliyoruz. O Üsküdar ben Kadıköy İlçesi’ne.  O günler ne çabuk geçti ve 29 Mayıs 971’de Maltepe’de yüzlerce polis ve askerce kuşatılan evde Mahir’le üç gün ölümüne direnişlerini uzaktan çaresiz bekleyişimize dayandı. 1 Haziran günü, keskin nişancı bir subayın namlusundan çıkan mermi, perdenin arkasındaki Cevahir’in canında uğuldadı. Ajanslar kanlı haberi, “Teröristlerden Hüseyin Cevahir ölü, Mahir Çayan yaralı ele geçirildi” diye duyurdu. Gazeteler, “Tek kurşunla” diye yazsa da, Hüseyin delik deşikti. Gövdesinden 23 kurşun çıkardılar. Kuşatma günlerinde, sığındıkları evdeki Sibel adlı küçük kıza fıkralar anlatmış, şiir okumuş. Maltepe Askeri Cezaevi’ne getirildiğinde ‘Cevahir’in son günü’nü sorduğumuzda Mahir öyle söyledi.                                      


Canlarındaki mermilerin uğultusu yeryüzünde hep esecek, çünkü canları rüzgâr.

________________________________________

Dörtlük


Ölenlerimiz ödünç bıraktılar seslerini

Suskunluk hayata ihanetin en kirlisidir

O ödünç ki sevdamızın en tutuşkan çırası

Çünkü korlaştıkça ancak çelikleşiyor demir

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

26 Mayıs 2013 Pazar

Ülkeyi haramilerden kurtarmak için Yurtsever Halk Cephesi



26 Mayıs 2013, 12:45
Ülkeyi haramilerden kurtarmak için Yurtsever Halk Cephesi
Kılıçdaroğlu, “Ülkeyi haramilerin elinden kurtarmak zorundayız” dedi. Ve de aynen söylediği gibi: zorundayız! Yani başka çaremiz yok. Kılıçdaroğlu’un resti de heyecan verici: “Yasaklarınız bize vız gelir. Biz her türlü yasağı bu ülkenin çıkarları için çiğner geçeriz!” Bu da aynen öyle. Bu özlem bütün yurtseverlerin, başta laisizm, cumhuriyet kazanımlarının dinci yobazlıkça katledilmesi karşısında çaresiz kalmış aydınlık düşünce sahibi bütün insanların; sömürü ve kanlı sermayenin çarkında ezilen emekçi halkın; ormanının, deresinin yağmalanışı karşısında eli kolu bağlı kalmış köylünün; adım adım kanlı bir savaşa itildiğini gören vatandaşın; Ortadoğu’da milyonlarca insanı öldürmüş, dünyayı kan gölüne çevirmiş emperyalizme öfke duyan bütün antiemperyalistlerin özlemidir. Aynen öyle de, peki nasıl olacak? Bunu başarmanın, yani “ülkeyi haramilerden kurtarmanın”  ve “her türlü yasağı ülkenin çıkarları için çiğneyip geçmenin” bu yapıyla mümkün olmadığı da ortada. Yani CHP’nin bu yapısıyla.

Karşı taraf ‘sol gösterip sağ vurma’da ustanın ustası. ‘Alavera dalavere Kürt Memet nöbete’ işinde hünerli. Ülkenin borç kamburu misline katlanırken “Allah’ın izniyle borcu sildik!” demekte, savaş taşeronluğunu “barış süreci” yle kamufle etmekte; sansürü, yasağı, despotizmi, zindanı, polis terörünü “ileri demokrasi” diye sunmakta cambazın cambazı. Kurulduğundan birkaç ay sonra iktidara zıpladı. Aynı hız ve beceriyle çıraklığı, kalfalığı geçti. ‘Şunun yardımı, bunun formülü bu sonucu doğurdu’ diye açıklamalar yapmanın hiçbir önemi yok. Zaman avunma zamanı değil; “şunu da yıktılar, bunu da yaktılar’ diye yakınma zamanı da değil! Tam da Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Ülkeyi haramilerin elinden kurtarmak zorundayız”ın gereğini yapma zamanı. AKP kurulur kurulmaz zıpladığı iktidarın ustası, CHP ise ömrü billah dolandığı muhalefetin acemisi! Yazık ki, gerçek budur.

“İyi de sen ne diyorsun?” diye sorarsanız: Sayın Kılıçdaroğlu, ülkeyi haramilerin elinden kurtarmak için canı pahasına mücadele ruhu taşıyanların, AKP’yi iktidarda tutanlardan daha fazla ve daha güçlü olduğuna inanıyorum. Olmayan şey ise, ‘birlik’tir. Yani halkın en güçlü silahı. Yazık ki o silahtan yoksunuz. O silah böyle dönemlerde her zamankinden büyük önem taşır. “İşte CHP var ya!” gibi açıklamalar, o silahı tanımlamaz. Halk cephesi başka bir şeydir. Chavez’in, Ho’nun, Fidel’in mirasından ürküyorsanız, yurtsever cephe konusunda hiç olmazsa Arafat’ın mirasına sahip çıkın. Yurtseverleri, antiemperyalistleri, ülkeyi haramilerden kurtarmak isteği taşıyanları, demokrasiden yana olanları partinize değil, cepheye çağırın. Kendi örgütlerinden ayrılmaları biçiminde değil, bizzat kendi inançları doğrultusundaki örgütleriyle. Halk güçlerinin cepheleşmesi budur. En azından seçimler için.

En azından seçimler için Sayın Kılıçdaroğlu, cesur olun ve halkın önüne koyulmuş bazı yasakları “ülkenin çıkarları için çiğneyip geçin”! Sözgelimi baraj engeline uymak zorunda mısınız? Bulun formülünü, ‘milli bakiye’yi uygulayın. Bulunmaz, uygulanmaz bir şey mi? TKP’den ÖDP’ye, Halkevleri’nden Devrimci Sol’a, İP’ten TGB’ye gücü olan birçok irade var. Üstelik sokakta, alanlarda mücadele veren o iradelerdir. İktidarın ikide bir “marjinaller” diye saldırması korkunun ifadesidir. Onları Hopa’da hoplatan, Hatay’da korkutan, ODTÜ’de ürküten o iradelerdir. Bu iradelerle seçim cephesi için adım atmak CHP’ye düşer. Atın bu adımı! Onlara Meclis’e girme, grup kurma kontenjanı tanıyın. O Meclis ışıldasın. “Haramilerden kurtulmak için CHP’ye oy verin” tavrının maya tutmadığı da tutmayacağı da çok açık. Haramilerden kurtulmak için benden oy isteyeceksiniz, sonra da seçilen gidip Hocaefendi’nin davetinde haram yiyecek! Laisizmi, bağımsızlığı savunma adına oy isteyeceksiniz, sonra seçilen gidip dincinin ve ABD’nin davulunu çalacak! Yok öyle yağma! Koyun kontenjanı uygulayın ‘milli bakiye’yi, ülkenin çıkarı için “baraj engeli”ni “çiğneyip geçin”! Cesaret budur, iktidara ‘söz gürlemesi’ değil. Cesarete sözlerle değil, gereği olan eylemle hayat verilmelidir. Sayın Kılıçdaroğlu, bugüne dek hep “elimiz CHP’ye bağlı, onda birleşin” formülü denendi. Sonuç ortada. Denenmemiş olan Yurtsever Halk Cephesi formülüdür. Cesaretle, ufka doğru kıyıdan demir alın! Halkın devrimci potansiyeline inanç, inançların en somut, en yanıltmayanı ve en büyüğüdür.

_____________________________________________

Andre Gide:

“Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe, insan yeni okyanuslar keşfedemez!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Mayıs 2013 Cuma

‘İleri Demokrasi’ zindanlarından seslenenler



22 Mayıs 2013, 12:04
‘İleri Demokrasi’ zindanlarından seslenenler
Meclis’teki yeni ‘Alkol Yasası’nın haberi gazetelerde “Alkol paketine hafız bütçesi” diye çıktı. Alkolden Diyanet’e ayrılan bütçeyi Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Yasa maddi olarak çok zor koşullarda olan Kuran kurslarına yardım amaçlıyor!” diye açıkladı. İktidarın “çok zor koşulları” ile insanlığın “çok zor koşulları” arasındaki şu devasa uzaklığa bak! Önümde bir torba dolusu mektup. Tümü zindanlardan. Bugün bu köşe, acının eğilip bükülmez onurlu çığlıklarına, Kandıra, Edirne, Tekirdağ, Sincan, Bakırköy, Kırıklar İzmir F Tipi zindanlarda çok zor koşullardaki insanlara, evlatlarımıza ait:       

Tolga Bülbül: Mektubu, hücresinde ölüme terk edilen kanser hastası Mete Diş’in acısıyla çınlıyor. Bu insanlık suçunu duvarlar dışına duyurabilmek için arkadaşları Mete ile röportaj yapmışlar. Sakıncalı bulunup yasaklanmış. Adalet Bakanlığı Sakıncalı Mektup Değerlendirme Kurulu kararında, “Mektupta ceza infaz kurumlarına karşı olumsuz kamuoyu oluşturmaya yönelik ibareler bulunduğundan alıcısına gönderilmemesine oybirliğiyle karar verildi” deniyor. Tolga, “Mete terör suçlamasından yatıyor, yani ölebilir!” diyor, acının ve kahrın sesiyle.

Bedirhan Pamuk: “Zindanda olup da seslerini duyuramayan benim gibi sayısız hasta tutsak adına yazıyorum” diyor. Şu insanlık dışı oyuna bakın ki, Bedirhan,  “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın” eylemi nedeniyle tutuklanmış. Terör suçuyla yargılanıyor. Öyle işkenceler anlatıyor ki, insanın insanlığından utanası gelir. “İlaçlarımızı vermemekten tutun da, tuvalet ihtiyacımızı bile işkence fırsatı biliyorlar, biz istediğimiz zaman götürürüz, senin istediğin zaman değil diye saatlerce bekletebiliyorlar” diyor. 

Emrah Uygul: Zindanlarda 1350’nin üstünde ağır hasta var, son bir yıl içinde ağır hastalık nedeniyle 109 ölüm oldu. Birçoğu da ölüme gün sayıyor. Mete Diş bunlardan biri” diyor. Mektubuna, zindandan dışarı taşınan tabut deseni eklemiş! Mehmet Avcu: “Gencecik Mete Diş’in annesi, babası, kardeşi olduğunuzu düşünün!” diyor. Ali Teke, “Susmak onaylamaktır!” diyor. Burak Demirci, hücreden “Ben Mete Diş’im ölüyorum!” diye bir çığlığın desenini çizmiş. Cavit Yılmaz, “Seçim öncesi işkenceye sıfır tolerans diye kandırdılar. Mete’ye ölüm işkencesi uygulanıyor” diye yazmış. Ünal Çimen, “Hapishaneler zulüm merkezi”, Gökhan Kaya, “Zindanlardan çok mektup alsanız da kanıksamayın, çünkü zulmü kanıksamak kabullenmektir!”, Eser Morsümbül, “Fenalaştı, gardiyanı çağırdı gelen olmadı, kapıyı dövdü duyan olmadı, bayıldı bakan olmadı, Mete Diş ölüyor!”, Macit Şahinkaya, “Ölsek de zulme inat çoğalacağız!”, Erdem Hanoğlu, “Mete’nin şahsında tasarlanarak öldürülmek istenen insanlıktır, izin vermeyin!” diyor. Sincan Kadın Cezaevi’nden Seher Toksoy, “22 yıllık devlet memuruyum, bir anda yasadışı örgüt üyesi oldum, çünkü KESK üyesiyim, 1 Mayıs’a katıldım,

4+4+4‘e karşıyım, Alevi dernekle yürüdüm, hücrede olma sebebim bu!” diyor. Mehmet Erkan Özkan, 27 yıllık devlet memuru, aynı düzmece suçlamalarla Edirne F Tipi’nde yatıyor. Nazmiye Kaya da 27 yıllık memur. Şafak vakti evleri basıldığında 90 yaşını aşkın felçli anne ve babasının gözleri önünde maruz kaldığı hukuksuzluk ve gayri insaniliği anlatmış. İnsan hafızasının alacağı cinsten değil. Suçu mu? Kendi bilmiyor ama sanırım KESK üyesi olması! Rasim Özdemir ve Mehmet Akdemir Tutsaklara “on kitap sınırlaması”yla yaşadıkları tecrit içinde tecrit  halini, “Kitaplarımız kara torbalara doldurulup götürüldü” diye anlatıyorlar.


Kandıra F Tipi’nden yazan Sercan Ahmet Arslan, operasyon haberlerini medyanın “DHKP-C’ye operasyon! 13 DHKP-C’li gözaltına alındı!” türü, polis ağzıyla verdiğinden yakınıyor. “DHKP-C’li olduklarını nereden biliyorlar da, böyle haber başlığı atıyorlar?” diye soruyor. Yanıtım şudur: Polis provokasyonuna maya sunan bu tür habercilik ne hukuk anlayışına ne ahlâka uygundur. Yazık ki zaman zaman ilerici yayınlar da bu tuzağa düşmektedir.
________________________________________________

Dörtlük
Işığı gözde çağır

Sözünü özde çağır

Yüreğin dağ rüzgârı

Acını közde çağır

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Mayıs 2013 Pazar

Siyasetin ana gündemi din olunca



19 Mayıs 2013, 12:52
Siyasetin ana gündemi din olunca
Ülke medyasının nerdeyse tamamına yakınını dinci faşist sistemin parçası ve yalakası yapmaları yetmedi, kalanının önüne de ikide bir mahkeme kararıyla “sansür” duvarı örüyorlar. Halkın haber alma hakkı ve özgürlüğünün kırıntısına bile tahammülleri yok. Gelmiş geçmiş en karanlık iktidar bu iktidar, en karanlık dönem bu dönemdir.  Gerçekliğin izi sürülmesin diye yalan ve entrikanın, baskı ve gözdağının her türünü uygulayan iktidar, geleceğimizin önündeki en büyük beladır. Ülkenin ve halkın hayatını ilgilendiren en önemli konularda bile hükümetin tavrı yalan, demagoji ve muhalefete saldırı. Ağzımıza düşen ilk söz lânet! Olmasın da ne olsun! Şu hale bak, ülkenin geldiği şu noktaya.

Sistem güvenceli dinci nurcu faşistin dilediği gibi konuşma özgürlüğü var, dilediği gibi küfür ediyor, saldırıyor. Küfredip saldırdığı insanların kendilerini savunma hakları yok. Ağzını açtığı an savcı yakasına yapışıyor. Gerekçe hazır: “Halkı dinden soğutmak!” Din, bütün motifleri, bütün kurumlarıyla dört bir yandan toplumun hayatını kuşattı. “Din” dediysem, herkesinki değil, sadece AKP’nin mezhebi! Bu yolun kapısını “Her inanca eşit uzaklıktayız” söylemiyle açmış olsalar da, kapıdaki ‘korumalar’ın o yolda yürümesine izin, destek ve mühimmat sağladığı tek inanç sadece Başimam’ınki.


Artık her olay yorumunu dinden alıp, hesabını dine göre yapıyor. Dinsiz gün de yok, gündem de. “Anaların gözyaşını dindirmek” için başlatılan “Barış Süreci” bile geldi dine dayandı.  Biri, “İslâm düşüncesinde birlik” çağrısı yaptı; diğeri “İslam bayrağı altında birliğin binlerce yıllık mirası var” dedi; bir akil, şeriatçı yobazların Madımak’ta yaktığı canlara Kuran okuttu; diğeri, soyu Hz. Muhammed’e dayanan İsmail Fakirullah Türbesi’ni ziyaret etti; bir vekil Saidi Nursi’yi andı; diğeri, “İslamla emek eksenli birlik” formülü buldu; felsefeci “gerçek sol dini inanca karşı olmaz” dedi; yandaş gazeteci, “halk çoğunluğunun dini inancı İslamda birliğin temel harcı” diye yazdı. Soldan devşirme liberal hacılar ‘görev aşkı’yla İslami yapılanmaya harç taşıdılar! Usul usul nurcu faşizmi kaşıdılar.

Bir sıfatı da ‘KESK Başkanı’ olan sistem akili şahsın, iktidar adına halka akıl verme turlarının Siirt durağında, kadınların sokulmadığı Molla Burhan Medresesi’nde Molla Mücahidi’yi ziyareti ve diz çökmesini içlerine sindiremeyen bir grup kadın öğretmen “Birçok kadın öğretmenin üyesi olduğu seçkin devrimci bir kuruluşun  başkanı bunu nasıl yapar, acaba istifa mı etsek?” diye sordu. “Pire için yorgan yakmaya değmez” atasözümüzü anımsatıp ‘dezenfekte’ öğütüyle yanıtladım.

Şu hale bak, ABD’nin çanağından yemlenen, sistemin kanlı karanlık, nurcu faşist kayığına kürek çeken   liberallerin şu pervasızlıklarına! Ağızlarındaki demokratlık, çağdaşlık, Arap Baharı, laisizm cikletini nurcu faşizmi geliştirme temposuyla çiğniyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu’da sınırlarını genişletmesine dönük savaş tamtamlarıyla “Barış Süreci” kutluyorlar! Sanki Reyhanlı’da masum halkı katledenle Roboski’de masum halkı katleden farklı  canavar! ABD ve taşeronu nurcu faşizm değil!


“Arap baharı, devrim, demokrasi” gibi söylemlerle Libya’yı kan gölüne ve her birinin birbirini boğazladığı aşiretler toplumuna çevirip unuttular. Aynı söylemlerle Tunus’u, Mısır’ı dinci yobaz Müslüman Kardeşler’e teslim ettiler. Kanlı sermaye düzeninin yalakaları şimdi aynı lanetli söylemle Suriye’ye yöneldi. Onlara göre, Reyhanlı Katliamı da ‘gelecekteki bereket’in doğal “maliyeti”!

Mısır’daki Nur Partisi, “Mısır’a gelen İranlıların ulusal güvenliği ve ‘Sünni Doktrin’i sarstığını, Şiilerin çıplak kadınlardan bile daha tehlikeli olduğunu” söylüyor. Sanki bizim nurcular başka mı düşünüyor? Siyaset dine düğümlenince sonuç budur: yobazlık, savaş, kan, katliamlar. Sorumluları mı: her gün ekrandalar!

_________________________________________

Yunus Emre

Gitti beyler mürveti

Binmişler birer atı

Yediği yoksul eti

İçtiği kan olmuştur

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ölümsüz direniş anıtı: İbrahim Kaypakkaya


15 Mayıs 2013, 12:01
Ölümsüz direniş anıtı: İbrahim Kaypakkaya
12 Mart faşizminin zulüm dönemi, aynı zamanda zindanlarda direniş destanlarının yazıldığı bir dönemdir de. Faşizmin işkencehaneleri ve cezaevlerinde  inançları uğruna ölümüne direnenler  içinde İbrahim Kaypakkaya adı  anıtlaşmış, halkın gönlünde unutulmaz olmuştur. Bu yılın 18 Mayıs’ında, İbo’nun işkencede öldürülüşünün üstünden 40 yıl geçmiş olacak. İbo’nun direnişiyle devleşmesini, işkencecinin cüceleşmesini  gizlemek, unutturabilmek için zalimler her türlü önlem ve gözdağına başvurdular. Ama hiçbir baraj duvarı, o selin akışını durdurmaya yetmedi.   İbo’ya yapılan işkenceler ve O’nun direnişiyle ilgili haberleri, O’nun yanından gelen dava yoldaşlarından daha 1973’te zindanda dinlerken, yaşanmış acılar ve direnişe ses olmayı namus borcum bilmiştim. “Konuşma! İşkence yaraları iyileşir ama konuşanın vicdan yarası iyileşmez!” sözü Harbiye’de kaldığım hücrenin duvarında kanla yazılıydı. Kendinden sonraki insana, kim, hangi zulümlerden sonra bu cümleyi hücrenin duvarında kanıyla miras bırakmıştı? Üç adımlık voltasını binlerce kez döndüğüm hücrede o mirasla göz göze geldikçe hep bunu düşündüm. Nasıl unutulur?

Bir insanın unutulmaz olması için, mutlaka bir alanda çok derin ve insan gücüyle silinemez, yok edilemez izler bırakması gerekir. Sanat, kültür, bilim, siyaset hangi alanda olursa olsun bu böyledir. Sözgelimi, hiçbir baskı, yasak, sansür, zulüm, büyük sanatçıların halkın gönlünde ölümsüzleşmesini engelleyemez. Kimisi bilimsel buluşlarıyla, kimisi politik duruşlarıyla adını insanlığın dağarcığına kazır. Yunus, Pir Sultan, Darwin, Spartaküs, Lenin gibi nice isim insanlığın dağarcığına silinmemek üzere kazılıdır. Gününde popülerlik, ünlülük, böylesi bir unutulmazlığa ulaşmanın ölçüsü değildir. Derin izi olmayan ün, saman alevine benzer. Gününde çok ünlü bir TV şovmeni, ekrana 2. çıkmayışında unutulmaya başlar. Zalimliğin de “unutulmazlık” mirası var? Hitler gibi. O da lânetin unutulmazlığıdır.

İbo’yu unutulmaz kılansa, bir ayağı dağda, bir ayağı zindanda yürürken hayata bıraktığı derin izdir. İlkin bu: zulme teslimiyet tanımaz dehşetli direnişi. Direnişi, unutulmaz oluşunun çekirdeğidir. Onun direnişi, inançları uğrunda zulümle yüz yüze gelen herkesin mirasıdır. Tıpkı, Pir Sultan’ın kendi inançları uğrundaki teslim alınamazlığı ve baş eğmezliğinin, o inanç sınırını taşıp, tüm halkın gönlünde başeğmezlik, kararlılık ve direniş anıtına dönüşmüş olması gibi. Halkın bir direniş anıtı da İbo’dur.

Direniş, gücünü havadan almaz. Düşünceden, inanç ve sevdadan alır. İnandığı düşünceye olan bağlılıktan, onu gerçekleştirme kararlılığından alır. Sonra bu: Yani İbo, zalime karşı mazlum halkların safındadır. Sosyalizm düşüncesine bağlıdır ve çözümü sosyalizm mücadelesinde görmektedir. O’nun bu niteliğini göz ardı etmek, O’na miyop bakmaktır. Bıraktığı mirası kemirmeye çalışmanın bir biçimi zalimin O’nu unutturma çabasıysa, bir biçimi de budur. Yani, büyük bir mirası, kendi küçük çıkarlarına kullanma hesabı. Ama ikisi de kaçınılmaz olarak sonuçsuz kalacaktır.

İlki zaten sonuçsuz kalmıştır. Ne, vahşice öldürmekle zalimler O’ndan kurtulabilmiş, ne de unutulması için uygulanan baskılar sonuç vermiştir. Bu baskılardan biri de, 1974’te cezaevinden çıkınca yazdığım “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit” adlı kitabıma 18 yıl uygulanan yasaktır. Ama yasaklar sonuçsuz kalmış, tam tersi, İbo’nun anısı daha da derinleşmiş, daha da geniş kesimlerce anılır olmuştur. İkinci kemirgenliğe gelince: İbo’nun ‘komünizm  yorumu’na katılır ya da katılmazsınız, ama onu anarken bu davaya ölümüne bağlılığını teslim etmek zorundasınız. O’nun uğrunda direniş destanıyla anıtlaştığı davasını karalayarak, O’ndan ‘yararlanmaya’ kalkmak kemirgenliktir. Dinci faşizan sistemin kürekçisi ve sosyalizm düşmanı liberallerin, “İbo anmaları”yla yeltendikleri budur. Bir tartışma toplantısı değil, bizzat İbo’yu anma toplantısına bu tür kişileri konuşmacı olarak davet edip, aynı masaya oturmak, İbo’nun anısıyla bağdaşmaz. Ama bunlar geçer. Kalacak olan İbo’nun ölümsüz anısıdır.
---------------------------------------------------------------------------------------
Ataol Behramoğlu:

     Cellat uyandı yatağında bir gece

    “Tanrım” dedi, “Bu ne zor bilmece”

     Öldükçe çoğalıyor adamlar

     Ben tükenmekteyim öldürdükçe

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

12 Mayıs 2013 Pazar

Kural dışılık, oyunbozanlık



12 Mayıs 2013, 12:13
Kural dışılık, oyunbozanlık
Kural dışı ve oyunbozan sanatçı ruhuyla, 20. yüzyılın dâhilerinden Luis Bunuel’in “Son Nefesim” kitabının son satırları şunlardı: “Bir itirafım olacak: Kitle iletişim araçlarına duyduğum nefrete rağmen, her on yılda bir ölüler dünyasından uyanabilmeyi, bir gazete bayiine kadar yürüyebilmeyi ve bir iki gazete almayı isterdim. Başka bir şey istemezdim. Kolumun altında gazetelerim, soluk benzimle, duvarların dibinden usulca geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felâket haberlerini okur, sonra da, mutlu bir şekilde, güven verici sığınağımda yeniden uykuya dalardım.”

Haksızlığın, zalimliğin yaygın; mazlumluğun, suçsuzluğun korunaksız olduğunu vurguluyor.

Nefretinin bir hedefi ise, dünyamızı felâketler beşiği yapanların “tellallığını” üstlenen medyadır.

Örgütlü zalim azınlığın, örgütsüz ve dağınık mazlumlar çoğunluğunu “gütme” anlayışıyla yönettiği, bu nedenle de felâketler beşiğine dönmüş dünyamıza, Bunuel’in bu son veda sözlerinde de yine ironik bir kural dışılık ve oyunbozanlık gizli değil mi?

Onun medyaya duyduğu nefret, medyanın sadece “felâket tellallığı” yapıyor olmasından değildir. Nefretini dile getirişinde, ince bir biçimde, medyayı, “felâketlerin körükçü başı” sayıyor oluşunun duygusu da gizlidir.

“Son Nefesim” ömrü boyunca insanlığa güzellikler taşımış bir dâhinin son şaheseridir. Bir sanatçının, tanığı olduğu çağını, ‘anıları’ olarak seslendirmesi, her ne kadar, kimi putperest, geri zekâlı, sekter, örgüt memuru kesimleri rahatsız edici de olsa; şematik ruhları kurallara güdümlü kesimlerce, anıların işlevi, “tarih bilinci ve arşiv geleneğinin gelişmediği toplumlara özgü öğrenme biçimi” ne indirgeniyor da olsa; bu yapıtlar, sivil tarihin ipuçlarını topladığı temel kaynaklardandır.

20. yüzyılın en güçlü “kural dışı ve oyunbozan” sanatçılarından biri olan Bunuel’in ömrü, felâketler beşiği saydığı dünyayı, insana doğru temizlemenin altın çabalarıyla doludur. Ve zaten halka ve hayata derinliğine bakan bütün büyük sanatçıların hayatı ve onların sanatlarında, insana karşı konulmuş kuralların dışında olmanın ve insana yönelik kirli oyunları bozmanın ateşi tüter. Kural dışılık ve oyunbozanlık, bu nedenlere dayalıysa kötü de değildir.

Bunuel’in “kitle iletişim araçlarına duyduğu nefret”inden söz ederek başladığım şu yazıyı da sonuçta, bir gazete için yazmıyor muyum? Ne ki bir farkla: düşünmenin, insanlığa yönelik felâketlere karşı dövüşmenin, güzellikler için yaşamanın inadıyla.

------------

Luis Bunuel:

“Tanrıyı insanlarda aramak gerekir. Sanırım bu da çok yalın bir tanrıdır... Tanrıya şükür ki ateistim”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Sanat / Politika



08 Mayıs 2013, 12:15
Sanat / Politika
Sanatın varoluş nedenleriyle politik mücadelenin gereği olan ‘taktikler’in çelişebileceği kavşaklar vardır. Neler mi? Sözgelimi: Uzlaşmalar. TDK Sözlüğü, “uzlaşmak, uzlaşmacılık, uzlaşmacı” sözleri için, “Aralarındaki düşünce ya da çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşma; çıkarlarından, düşüncelerinden ödünler vererek uzlaşma sağlama siyasası; uyuşma sağlayan, uzlaşmadan yana olan kimse” açıklamasını yaptıktan sonra şu örneği veriyor: “Uzlaşmacılar iyi bilmelidirler ki, verecekleri her ödün, onları yeni ödünler vermek zorunda bırakacaktır!” Aralarında sorun olanların, bir noktada buluşabilmek için karşılıklı ödünler vermeleri, politikada bir yöntem olabilir. Ödünün tek taraflı verilmesine ise “teslimiyet” deniyor. Sanatınsa uzlaşma aramak gibi ön hesaplara dayalı ölçüleri yoktur. Tek başına bir aykırılığı da seslendirip temsil edebilir.

Neler mi? Sözgelimi: Tedbir, Tedbirlilik. TDK Sözlüğü bu kavramlara da, “Önlem; önceden hazırlıklı davranan; önlemini zamanında alan” açıklamasını getiriyor. Gelebilecek ‘belaları’ önceden tartıp biçip, düşünüp hesaplayarak hazırlıklı hareket etmek olan tedbirlilik, politika için gerekli bir tutum olabilir. Yaratıcı emeğin, sanatın böyle bir ölçüsü, kaygısı, hesabı yoktur. Çünkü onun varlığıyla çelişir.

Neler mi? Sözgelimi: İtidal, mutedil olmak. Yani ılım, ılımlılık. TDK Sözlüğü ‘itidal’i, “İstek ve tutkularda ölçülü davranma erdemi, ölçülülük” olarak; ‘ılımlı’yı, “Aşırıya kaçmayan, ölçülü; aşırı görüşler arasında ortalama bir görüşü savunan” diye açıklıyor. Günlük politik yaşamdaki “mutedil, itidalli” eğilimlerin, yaratıcı emeğe uyarlanmasında, sanat adına sonuç hüsrandır. Yaratıcı emeğin duygusu böylesi saksılarda çiçek açmaz.

Neler mi? Sözgelimi: Fütur, uyumluluk,  demokratik merkeziyetçilik, çoğunluğun görüşüne katılmak.

Kavramlar çoğaltılabilir. Politik yaşamın bu türden ‘akla yatkın’ yaklaşımlarıyla kişiler, kadrolar, yığınlar denetim altına alınabilir, fakat sanat, yaratıcı emek ‘zapturapt’ altına alınamaz. Zapturapt altına alma, yani TDK Sözlüğünün açıklamasıyla, kendi güncel ve politik talepleri ölçüsünde ona (yani sanata, sanatçıya) “çekidüzen verme” işine kalkışanlar, bilerek ya da bilmeyerek insanlığın ufkunu karartırlar.

Sanat ve sanatçı aykırılığının törpülenmesi, gelişmenin törpülenmesi anlamına da gelebilir. Politikanın sanatı kendi  hizasında görmek istemesi, ileriye değil, geriye yöneliktir. Sözgelimi, politik örgütler ve politikacı ‘halkın dini inançlarına saygı’ ilkesiyle hareket edebilir. Fakat bu tutum, yaratıcı emek ve sanata ilke olarak dayatılamaz. Dayatmak, aykırı inançları olan ya da inançsız sanatçıya sus demektir. ‘İtaatli’ olmaya çağırmaktır ki, itaatin olduğu yerde sanat yoktur.

Güncel politik gelişmenin gereği de olmuş olsa, ‘alacağı, vereceği ödünlerin hesabı’ ile zorbanın masasında pazarlığa oturmak, ne sanatın matematiğine uyar, ne de sanatçının işidir. Onun kimliğinde ölçüye gelmezlik, fütursuzluk, itaatsizlik yatar. Yaratıcı emeğin bileğitaşlarından olan ‘aykırı düşme cesareti, yeniyi arama fantezileri’ sanatçıyı diğer insanlardan ayıran bir özelliktir. Kuşkusuz ki, gerçek sanatçı aykırılığı ‘fiyakasına bir aykırılık’ değildir, kişiliğiyle sanatı arasındaki uyumun bir yansımasıdır.

Akıllı politikacı, gerçek sanatçı tavrından hoşnuttur. Ona, ondan öğrenmek, onda derinleşmek için yaklaşır. Lenin’in sanata, sanatçıya yaklaşımı böyle olmuştur. Aptalının ise, sıfatı üstünde, terazisi aptallığa, zapturaptçılığa, komploculuğa, karalama ve yok saymacılığa ayarlıdır. Doğru politika,  politik gelişmeyle sanatın ‘güncel politik çıkarlara ayarı’nı değil, ‘hayatla bütünlüklü uyumu’nu arar. Açıktır ki, sanatın, hayatı insani olana doğru değiştirme özü, aynı işi yapmak isteyen devrimci politikanın da besin kaynağıdır.

________________________________________

Oscar Wilde:

“Sanat taklidin bittiği yerde başlar.”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

5 Mayıs 2013 Pazar

DENİZLER korkutmaya devam ediyor!



05 Mayıs 2013, 12:01
DENİZLER korkutmaya devam ediyor!
Civan yürekli üç yurtsever; Deniz, Yusuf ve Hüseyin, 6 Mayıs’ın şafağında darağacına çekilmişlerdi. Asıldıkları günün ilk ışıkları, acıyı kıvılcım hızıyla ülkenin bir ucundan bir ucuna insanların bakışlarına taşımıştı. Ülkenin emekçi yoksul halkı ve insan yüreği taşıyan herkes  o acıyı o gün “öcünü alma andı” gibi solumuştu. Aradan 41 yıl geçti, ne o kıvılcım söndü, ne o acının yangını ve andı soğudu. Onları korktukları için asmışlardı. Denizler “öldükleriyle kalmadılar”, korkutmaya devam ediyorlar. O şafağın kıvılcımı, insana ait olan her bakışta derin ve anlamlı bir iz bıraktı. İnsan yüreği taşıyanlar o günün acısını, her an anımsamaya hazır, en değerli anısı olarak sakladı. Doğan çocuklara en çok onların adları verildi. Büyüdükçe, korkutma mirasını devir alarak Denizler çoğaldılar.

Attilla İlhan’ın “Deniz Kasidesi” şiiri, o günkü acıyı, özündeki kıvılcımıyla ne güzel anlatır. “Tutuklunun Günlüğü” adlı kitabında yer alan bu şiir Temmuz 1972 de, Varlık Dergisi’nde yayınlanmıştı. Yayınlanma tarihi, şiiri Attilla İlhan’ın idamların hemen ertesinde yazdığını ve mayıs sonu ya da haziran başlarında dergiye verdiğini gösteriyor. Dönemin güncel, yerel acısına bir büyük şairimizin sıcağı sıcağına verdiği tepki, bir büyük şiirin sesinde tarihsel, evrensel derinliğiyle ölümsüzleşmiştir. Can Yücel’in “Aşk Olsun Çocuk” diye bilinen “Mare Nostrum (Bizim Deniz)” adlı şiiri de, bu acının kıvılcımını harlı tutan bir şiirdir. Mazlum Çimen’in bestesi Edip Akbayram’ın eşsiz yorumu, ölümsüzlüğün işlemesi gibidir.

Asıldıkları günün acısıyla yazdığım “Üç Dağa Ağıt” adlı şiirim, o ay yayınlanan ilk şiir kitabım “Hayatımız Üstüne Şiirler”in yasaklanma sebebiydi. Yasaklama kararı tutuklanma kararını da içeriyordu. İki yıl sonra cezaevinden çıktığımda dağarcığımda “Darağacında Üç Fidan” vardı. Bu kitapsa, Denizlerin asılırken son nefesleriyle haykırdıkları son sözleri nedeniyle hemen yasaklanmıştı. 22 yıl yasak kaldı. Deniz, “Yaşasın Türkiye Halkının bağımsızlığı; yaşasın Marksizm, Leninizm'in yüce ideolojisi, yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi; kahrolsun emperyalizm!” diye haykırmıştı. Dönemin yasalarınca ceza 8 yıldan başlıyordu. 18 gün gazetede yayınlandığı için istenen ceza 18x8’di. O dönem ve sonrasında Denizlerle ilgili yazılan kitaplarda yazarları “son sözler”i kendileri sansürledi. “Son sözleri” kitaplarına “Darağacında Üç Fidan”ın beraatından sonra eklediler.

Bu kitap, 22 yıl süren mahkemeler sonunda beraat etmesine ve serbest olmasına rağmen, yankısıyla hâlâ tutuklu! Bugünkü gerici, emperyalizme kapıkulu sistemin cezaevlerine doldurduğu devrimcilerin dosyalarına savcılar “suç delili” olarak ekliyor. Hukuk anlayışının “kara mizahı” olarak. Denizlerin unutulmayışı ve her yıl daha da geniş etkinliklerle anılışları, asıldıkları günden bu yana, sistem ve onun kürekçilerinin korkusu olageldi. Bu korkudan kurtulabilmek için başvurmadıkları çare kalmadı. Yeni kuşakların daha fazla Denizsever olmasını bir türlü engelleyemediler. Bir ara, “Ergenekon” çengeline takmak için çırpındılar. Ters tepti, tırsıtılar. Eğer andığımız insanlar hayatın simgeleriyse; canlarını insanca bir hayat için verdilerse; sevdaları uğrunda eğilmeden dimdik yürüdülerse, onları anmanın tek yolu var: o da dövüşmektir! Ki, bugün Denzisever gençlerin yaptıkları budur: “Faşistsavarlık”, yurtseverlik, devrimcilik. “Son sözler”deki “Kürtler’in hakları”na ilişkin vurgu, o dönemde sistemi korkutan nedenlerden biriydi. Zaman içinde aşıldı. Hatta şimdi “Akiller” sistem adına, “Kürtlerin haklarını savunmaktan korkmayın” diye akıl veriyor! Yurtsever devrimcilikten duyulan korkuysa misline katlandı. Yani, Denizler korkutmaya devam ediyor.

---------------------

Attilla İlhan


“döner sis anaforları bir imdat çınlar gelir
ıslıkların kemendiyle çekilip boğulanlar gelir
boyunları kırılmış son derece ölü

günler dağılır altüst olmuş zamanlar gelir
başka başka takvimlerden başka insanlar gelir

ölümlerini tekrar tekrar yaşamaya gönüllü”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1 Mayıs ruhunun şiiri, şiirin 1 Mayıs ruhu



01 Mayıs 2013, 13:05
1 Mayıs ruhunun şiiri, şiirin 1 Mayıs ruhu
Nâzım Hikmet’in, 1 Mayıs’a ilişkin 4 şiiri var. İlki 28 Nisan 1958 tarihli “Prag’da 1 Mayıs” adlı şiir. Ufuk derinliğinde bir duyguyla gökyüzüne güneşi çağırır. “1 Mayıs’ta biliyorum, biliyorum / alev alev tanyeriyle / hava tertemiz açacak...Eski şehrin en karışık / en dar sokaklarında bile / pencereler kamaşacak..ve Prag’ta 1 Mayıs’ta / bir lokma bulut istemem / hatta kardan aklarını / köpük gibisini hatta” diye seslendiği bu şiirin altına bir not eklemiştir: “Prag’ta 1 Mayıs günü hava kapalı olursa, bunu özüme yapılmış bir hakaret sayacağım.”

Emekçi halkların kurtuluş ve mutluluk mücadelesinde birlik şarkılarının söyleneceği bir günde, alanlara toplanan insanların yüreklerindeki coşku, yüzlerindeki sevinç, alınlarındaki ışığın, gökyüzünün derin mavisiyle de pekişmesini arzulamak 1 Mayıs’ın özüyle örtüşür.

Nâzım, 1 Mayıs’a ilişkin diğer 3 şiirini, tam 5 yıl sonra, yani 25 / 30 Nisan 1963 te peş peşe yazmış. İlkinde başlık yerine üç yıldız (***) var. İlk dizesi olması nedeniyle “Delikanlı melezdi” adıyla anılır: “Afrika’da bir hava limanında tanıştık / Sabah serinliği balık gibi canlı / benzin ve ot kokusu yanık / ve kum bulanmış gibiydi kana / Dövüşmeye gidiyordu delikanlı / Angola ormanlarına / Ben Moskova’ya dönüyordum” diye başlayan şiirde, ‘yağmur’ duygusu bu kez bir başka derinliktedir: “İsterse yağmur / yağsın şakır şakır / omzuna konmuş bir kuş gibi güneş / bırakmaz insanı” Melez delikanlı’nın bir gün gelip Moskova’da 1 Mayıs’ı soluması arzusu, şiirin belkemiğidir: “Angola ormanlarına giden ölü mü sağ mı / bilmiyorum / Ama vurulup düşmediyse Portekiz / kurşunuyla / biliyorum gelir Moskova’ya mutlaka, görür odasını İliç’in / Kızıl Meydan’ı geçer / 1 Mayıs’ta Moskova’yla beraber”

25 Nisan 1963 tarihli “1 Mayıs’ta Kızıl Meydan” adlı şiirinde gökyüzü duygusu, iklimler üstüdür: “Kızıl Meydan bütün iklimlerden geçer 1 Mayıs’ta / karın, yağmurun, güneşin altında” Dünyanın bütün alanları ve bütün cezaevlerini 1 Mayıs ruhu gelecek umuduyla kucaklayan bir şiirdir: “Kızıl Meydan bütün umutlardan geçer 1 Mayıs’ta / Kızıl Meydan 1 Mayıs’ta girer bütün hapislere /hürriyetin yattığı bütün hapislere .”

30 Mayıs 1963’te yine bu duyguyla yazar. Şiirinin adı “1 Mayıs”tır. Bu şiirin omurga duygusu ölümsüzlük simgesidir: “ 1 mayıs / yaşım yirmi / Lenin sağ....35 yıl geçti aradan /  yaşım yine 20 / Lenin yine sağ.”

Ölümsüzlük simgesi, çünkü, Nâzım bu şiiri yazdığında, kütük yaşı 61’de olsa, 20 yaşın coşkusuyla  1 Mayıs’a katılıyor ve 34 gün sonra 3 Haziran 1963’te yaşama gözlerini yumuyor. Artık sonsuza dek 20 yaşında kalmak üzere.

Ölümsüzlük ,1 Mayıs mücadele ruhunun şiiridir. Şiir ise, ölümsüzlüğü yakaladığı oranda şiir. Nâzım’ın ufku o ruhla şiirin buluştuğu, tutuştuğu en güzel örneklerden biridir.  Şan olsun 1 Mayıs’a, şan olsun 1 Mayıs’ı o ruhla soluyanlara!


____________________________________________________

Nâzım Hikmet

“Dünya 1 Mayıs’ta Kızıl Meydan olur

  Lenin’in konuştuğu meydan”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..