22 Şubat 2015 Pazar

Sol Dergi Yazı



Aptallığın egemenliği
Kuyuya taş atan akılsız da, çıkarmaya çalışanlar çok mu akıllı? Ticani sakallının biri “çalışan kadın fuhuşa destek oluyor” türü hırıldanmaya görsün, toplumda “yorum hamaratlığı”  başlıyor! Vekiller, uzmanlar, ilahiyatçılar... Herkes “kuyudaki taş”ın peşinde! Son karar için tv’ler “konuyu halka soralım” diye kolları sıvıyor, Meclis’teki vekillerden sokakta insanlara dek “konuya ilişkin düşünceler” soruluyor! Gazeteler, “çoğunluğun düşüncesi” için “evet, hayır” anketlerine başlıyor. Öyle ya, “demokrasi”de seçim önemli, tek doğru çoğunluğun dediği! Muhabirin sokakta mikrofon uzattığı bir aptal,”efendim” diyor, “Hocamız Kitaba dayanarak söylediyse doğrudur! Belki de artan fuhuşa çare olarak söylemiştir”! Muhabir, “yani?” dediğinde adam, “yani, yine doğru”!
Hele ki diktatörün kehanetleri! En derin kuyudan daha karanlık haldeki ortama attığı “kadınla erkek eşit değildir” türünden bir “taş” cümlesinin,  “nereden gelip nereye gittiğini” bulmak için toplumun her kesiminde en az bir hafta sürecek “arama faaliyeti” başlıyor! “Son kararı halk verir” diyerek muhabirler yine “halka sormak” için” sokağa çıkıyorlar! Muhabirin düşüncesini sorduğu örtülü hanım, “zaten Rabbim bizi erkeğin kaburga kemiğinden yaratmamış mı” diyor.
Bazen muhabirler sokaktaki halkın “akıl nabzı”nı da yokluyor! “Nesli tükendi deniyor, ama Türkiye’de bir dinazor göründü, sizce koruma altına almak gerekir mi” diye soran muhabiri, “evet, koruma altına almalı” diye yanıtlayan da var, “Cenabı Allah’ın neslini tükettiği şeyi korumak olmaz” diye yanıtlayan da. (İki yanıtın sahibi de üniversite öğrencisi, ikincisi türbanlı bir “hanım kızımız”!) Zekâ yarışmalarına gelince: “Tuz Gölü nerede” sorusunu “Rusya’da” diye yanıtlayan da var, “Kıbrıs’ın Karadeniz’de olduğunu” söyleyen de. Eh, en yüksek makamda oturan kişi, “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” demedi mi? Hadi, buraya kadar “zırva, komik” deyip geçelim, ya sandık? Ülkenin kaderini zırvanın tayin etmesi de mi komik?
Cehaletle cesaret arasında gizli bir uyum mu var acaba? Bakıyorum,  fikri sorulunca en cesur konuşanlar, en cahiller! “Dönen dolabın” biraz farkında olanların çoğu ürkek! “Zorunlu din dersi anaokulundan başlamalı mı” sorusuna, dinci, “çocuklarımızın dinimizi öğrenmesi niye kötü olsun” diye çemkiriyor, cahil “çok yerinde bir karar” diye çalkanıyor! Aklı başında olanlardan “elbette kötü, topluma yapılabilecek en büyük kötülük! Her şeyden önce tek inancın dayatması, dinci faşizmin karanlık hesabı” diye öfkesini dışa vuran neredeyse yok! Konu cami, ezan falan olduğunda manzara yine aynı. Cami dikmedikleri yer kalmadı, koruma altındaki yeşil alanlar ve sahillere dek uzandılar. En ufak tepkiye dincilerin en yumuşak yanıtı, “ezan sesinden rahatsız mı oldunuz” türü hırıldanma! İlericiler ise, ne düşündüklerini “camiye karşı değiliz ama burası sit alanı” falan diyerek “dinci tepkiye bulaşmadan” söylemek için, bin dereden su getiriyor. “Evet, beni rahatsız ediyor! Her köşede, her sokakta caminin ne işi var? Evin iki yanında sabahın köründe, mikrofandan bangır bangır bağıran imam sesiyle uyanmak zorunda mıyım? Sabah namazına kalkacak kişinin evine bir çalar saat koyması çok mu zor” demek sanki suç, diyen yok!
Dinci yobazlık, karanlığın en koyusudur. Düşünmeye değil tapınmaya, akıl gücüne değil akıl güçsüzlüğüne dönüktür. Tapınmak aydınlanmaya, gelişmeye, bilime, insanın ve toplumun özgürleşmesine değil, aptallaşmaya, köleleşmeye hizmet eder. Bir toplum için en büyük tehlike “tapınmacılığın”, yani aptallaşmanın yaygınlaşmasıdır. Öyle bir toplum, teslim olmuş toplumdur. Akıl gücünden yoksun bir toplumu paranın güçlüleri yönetir. Bayrağı korkudur. Sandık, bu teslimiyeti perçinler! Kaderi değiştirecek olansa, örgütlü halk güçleri, cesaret ve sokaktır!

* * *
Neden acaba aklı olan insan evrenin en aptalı
Arıya sordum, “ben balımla doymasını bilirim” dedi
Eriğe sordum, “ben dalıma uymasını bilirim” dedi
Doyumsuz ve uyumsuz insansa ha bire kendini yedi

15 Şubat 2015 Pazar

Sol Dergi yazı




Diren, ulaşırsın!
 Seçimde oyların yüzde 36,3’ünü alsa da Çipras, yemin törenindeki tavrıyla halkının en az yüzde 80’inde sempati ve destek buldu. Dini yemini reddetmesine bir-iki cızırtı dışında tepki gelmemesi bunun kanıtı. Yunanistan “din ve devlet işlerini birbirinden ayırmayan” tek AB üyesi. Anayasasında “devletin Ortodoks kimliği”ne vurguyla “devlet ve Kilise ilişkilerinin birliği” öngörülüyor. Bir yanı bu, fakat diğer yanına, yani “din ve devlet işleri” konusundaki gelişmelere ve halkın bu konudaki kültür düzeyine bakmadan, bizim Hacı Arınç gibi “bu vesileyle laiklere bir şey söyleyeceğim, meğer Yunanistan laik değilmiş” diye “mavra” yapan, tıpkı Hacı Arınç gibi balıklama daldığı çamura çakılır! Yunan halkının büyük çoğunluğu Çipras’ın “yemin tavrı”nı saygı ve sempatiyle karşıladı. Ateist olduğunu belirtmesini de  “kâfir”liğinin değil, “dürüst”lüğünün kıstası saydı.
2000 öncesinde Yunanlı kimliğinin din hanesinde kişinin “Ortodoks Hıristiyan” olduğu kaydı vardı. Simitis hükümetinin “AB Uyum Yasaları” nedeniyle “kimlik belgelerinden din hanesinin kaldırılması” için hazırladığı önergeye Kilise karşı çıkmış, dahası “halkımızın çoğunluğu din devlet birliği istiyor, inancımız gururumuzdur” sloganlarıyla karşı kampanya açmıştı. Kilise’ye rağmen önerge yasalaşmıştı. İnsan hakları kuruluşları, aydınlar, sosyalist ve komünist hareketler, “devlet-Kilise ilişkisinin insan haklarına dayalı, çağdaş ve laik ölçülerde düzenlenmesi” için mücadele ettiler. İnsan Hakları Kuruluşu’nun hazırladığı yasa taslağı kamuoyunda olumlu yankı buldu. Fakat 2004 Karamanlis hükümeti bu konuda Anayasa değişikliği istemedi. PASOK da “oy kaybederiz korkusu”yla üstüne gitmedi. Din ve devlet işlerinin ayrılması ve laisizme geçilmesi konusunda, sadece Yunanistan Komünist Partisi ve Sol İttifak ısrarlıydı. 2010’da Papandreu hükümeti, ekonomik krizden çıkmanın bir olanağı olarak Kilise mülklerini  devletleştirmeye başladı. Kilise’ye de “mensuplarının maaşlarını devlet ödeyecek” güvencesiyle “sus payı” verdi! Aynı dönemde insan hakları kuruluşları ve devrimci kuruluşların laisizm konusundaki mücadele ve yasa önerileri halkta büyük sempati topladı. Anketler halkın yüzde 76’sının laisizm istediğini gösterdi. Kilisenin “halkın çoğunluğu din devlet birliği istiyor” tavrının ayakları havada kaldı! 
Yunanistan’da her yeni hükümet, Başpiskopos huzurunda yemin ediyor. Parlamento bu törenle “taktis” ediliyor. Bu törenlerde oturdukları yerden ayağa kalkmayarak Yunanistan Komünist Partisi (KKE) vekilleri “dini yemin töreni”ni proresto etmekteydi. Çipras’ın yemin etme tavrı, bu gelişmelerin üstünde çiçeklendi! Yani temelsiz bir çıkış değil, gelişmeleri doğru toplamış, mücadele kökü olan bir tavırdı. Seçim zaferiyle birlikte Çipras tartışma odağı oldu. Herkes onu bir yanıyla tartışıyor. Tartışsın. Tartışmak da gerekir. Ama daha ilk günkü yemin töreni tavrı, başlı başına gelişmedir. Hem de o noktadan artık geriye dönüşü olmayan. Halka verdiği sözlerden yüzde kaçını tutabilir, bilmem! Ama laiklik konusunda verdiği sözü layıkıyla tuttu ve yerli yerine oturttu: Yunanistan’da din sultası temelinden sarsıldı. Darısı Türkiye’nin başına. Çipras’ın yeminde İncil’e el basmama tavrını, onun “ateist olmasına” bağlamak da eksik kalır. Hatta bizim sinsi dinciler, “dinsize normal” diye yorumladı! Oysa o tavır, inançlı ya da ateist, laik siyasetçi tavrıdır. Halkın tepki değil, tam tersi saygı ve sempati duymasındaki anlam budur. Çıkarılması gereken diğer ders ise: demek ki dinciliğe ödün vermeden mücadele mümkün. 
Bu  şöyle de söylenebilir: Mücadelede kazanmak için “inançlara saygı” örtüsü altında dini siyasete bulaştırmak (yani dinciliğe ödün), demek ki safsataymış! Düşünün ki, dinciliğin “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” gibi “ruh ve zekâ özürlü” dejenere bir lafı bile, kendini “sol”da sayan çok kişide maya tuttu! Yobazın oltasına takılıp birçok değeri bu lafla karalayan “sol”cu az mı? Aziz Nesin gibi bir dehayı bile, “Müslüman mahallesinde salyangoz satıcısı” yaptılar! Sonuç ortada: Dinci faşizm!
*    *    *
Ne deprem korkunç geliyor bana, ne sel, ne yanardağ
Korkunç olan zulüm, talan ve doğaya ihanettir;
Yeter ki kucaklasın barışkın ve sevecenlikle
Doğa insana korku değil, sadece coşku verir





6 Şubat 2015 Cuma

Sol Dergi Yazi


Katliam doymazlığı
Zulmün hesabını ‘ahrete havale etmek’ zalime teslimiyetin bir biçimidir!
Dinci kafanın egemen olduğu bir toplumda (ve o toplumun yaşadığı coğrafyada) halk ve hayat düşmanlığının boyutu sanılandan da büyüktür. Ölçüye sığmaz. Her gün gazetelerdeki “bunu da gördük”, “inanmayacaksınız ama o da oldu” türü haber başlıkları, bu “ölçüye sığmazlığın” şaşkınlık nidalarıdır! Dinci yobazlık bir yere egemen olmaya görsün, hele ki emperyalizm ve kapitalizmin taşeronu olarak! Zati Sungur’un “abra kadabra” yöntemleri gibi “Yoksul Cumhur”un da “bakara makara”cı yönetenleri var! Halkı “ahret”le uyutup, dünya nimetlerine yalanla dolanla, rüşvet ve talanla balıklama dalarlar! Öğüre böğüre yağmalarken, hiçbir canlıya ve doğaya acımazlar! Hayat düşmanlığı başka ne ki? İşte Türkiye! Yobaz, bir elinde din kalkanı, diğerinde din palası, hayata her alanda saldırıyor. Saldırısı da dine dayalı, savunması da! Bilgi, akıl, vicdan, izan “hak getire”! 
Şunun şurası, yeryüzünde “Bilen İnsan” (Homo Sapiens) haline 50 bin yıl önce kavuşan, son 3 bin yılında “tek tanrılı din”i, son 200 yılında “kapitalizmi” keşfeden “insan” sıfatlı canlı türü, deniz kaplumbağalarının 200 milyon yıldır gelip yumurtladığı İztuzu Sahili’ne “han-ı yağma” hırsıyla saldırdı. Hayat safındaki duyardı insanlar bu alçaklığa karşı direnince İmam, “Allah yarattığı canlıyı korur, kaplumbağaya yumurtlamak için başka yer gösterir” diye cırıldadı! Kuşların göç yoluna kurdukları hızlı tren hattında lokomotif kuş sürülerini biçe biçe gidiyor! Bilim adamlarının uyarısı, çevrecilerin tepkisi karşısında İmam, “kuşlar zaman içinde trene alışır, Allah kanat verdiği kuşa başka göç yolu gösterir” diye hırıldadı! İmara açmak için “cami yapma” bahanesiyle Validebağ Korusu’na saldırdılar. Bölge halkı ve her kesimden hayat dostları direnince İmam, “ezan sesinden rahatsız mı oldunuz” diye homurdandı! Ormanlar, zeytinlikler, vadiler, dereler... say ki sonu gelsin! Kapitalist doymazlığın, dinci yobazlığın saldırmadığı alan kalmadı. Şimdi İBB “köpekleri barındıracağız” örtüsü altında “toplama kampları” inşa ediyor. Hani, ecdatları 100 yıl önce İstanbul’un köpeklerine Hayırsız Ada’yı “katliam kampı”na çevirmişti  ya, bu da onun “zamana uydurulmuş” tekrarı! Köpekleri toplayıp bu “kamp”lara dolduracaklar! “Hesap içinde hesap” kurnazlığıyla! İlkin: Bu kampların şehir merkezlerinden uzakta olması “hayvan katliamcılığı”nı gözlerden gizleyecek. Hayvanları gizlice ve sinsice katledecekler. Sonra: “Hayvan barınakları kuruyoruz” maskesi altında o bölgeleri imara, yani yağmaya açmış olacaklar! Sarıyer Kısırkaya’da planlanan “hayvan barınağı” ile Kuzey Ormanları ranta açılacak. Tuzla’da yapımı planlanan “hayvan toplama kampı”, zaten ormanlık alan ve 2B arazisi içinde. (“İBB Meclisi’nden geçen imar planıyla Tepeören’de 1 milyon 402 bin metrekare arazi hayvan barınağı olarak planlandı. Barınak için planlanan alanın yaklaşık 680 bin metrekaresi orman alanında kalıyor. ‘Bu alanda sahipsiz hayvanların toplanması, üremelerinin kontrol altına alınması, tedavi ve aşılama gibi rehabilitasyon hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla’ hayvan barınağı kurulması için Orman Bakanlığı, 2012’de İBB’ye ön izin verdi. Alanın yaklaşık 723 bin metrekaresi ise 2B arazisi. Araziye 2 katlı tesisler inşa edilecek.”) Yağmaya, katliama doymuyorlar. Savunmasız canlılara omuz vermek her şeyden önce insani bir görevdir, hayat borcudur. İnsanın, yaşadığı doğaya sahip çıkması ve uğrunda direnmesi, katliamcıya, yağmacıya karşı dövüşmesi, insanı insan yapan yüce ve başta gelen değerlerden birisidir. Kısırkaya’daki “hayvan  barınağı” 20 bin hayvan kapasiteli (yani “20 bin hayvanı imha” kapasiteli)! Dahası: Kuzey Ormanları’na doğru rant, talan ve yağma adımıdır! Hayata duyarlı insanlar direniş çağrısı yaptı: “Sokak hayvanlarına tecrit ve soykırım uygulayacak olan, mevzuata da aykırı bir şekilde inşaatı devam ettirilen bu soykırım merkezini protesto etmeye ve çok kısa bir süre içerisinde bölgenin ranta açılmak istenmesine karşı birlikte mücadeleye çağırıyoruz.” İnsanlığın en güçlü silahı direnişidir, zulmün hesabı “ahrete havale edilmeden”, bizzat bu dünyada sorulmalıdır! Zulmün hesabını ahrete havale etmek, “zalime teslimiyet”in bir biçimidir! Çünkü: Zalimin ağzında “ahret”, puslu bir pusudur!
* * * 
Kuru dalı gözyaşımla ıslayasım gelir
Acılıya, sızılıya sevinç ekleyesim,
Yavrulamış köpek görsem besleyesim gelir
Çaresizin umudunu başucunda bekleyesim
(soL Dergi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır)