28 Nisan 2013 Pazar

İnanç dayatması



28 Nisan 2013, 12:43
İnanç dayatması
İş ufak ufak oraya gidiyor. “Gitmesi mi kaldı?” diye sorana da şahsen itiraz etmem, ama ‘yedek’te umut bulunsun diye böyle söylemiş oldum. İş, “Şuna şöyle inanacaksın!” noktasına geldi dayandı. Bir öneri olarak değil, “komut” olarak!


“Şuna şöyle inanacaksın” mış! Neye nasıl inanacağımdan sana ne! Sen Allah’a ve Kitabı’na inanırsın, ben Arı’ya ve Balı’na! Hesap makamı sen misin ki, neye nasıl inanacağımı sana sorayım? İşlediğimi düşündüğün günah senin hesabına mı yazılıyor? Yanacağımı düşündüğün cehennemde benim yerime sen mi yanacaksın? Üstelik senin inandığın Kitap da bunu söylemez. Kimin neye inanacağı konusunda Başfetvacı kesilmen senin uydurman. Geç!


Üstelik anlamadığım şu: senin saptamanla vatandaşın %99’u ( yani %60’ından fazlası) zaten seninle inanç ve aynı düşüncende.  Yine senin saptamanla ben zaten %1’leri bile bulamamış marjinalim. Hani, “Gücünüz ne ki?” diyorsun ya, aynen öyle. Peki, buna rağmen, seninle aynı inançta olmayanlara karşı bu korkun, bu telaşın, bu öfken, bu tahammülsüzlüğün, tehditkârlığın niye?


Sen, “Başimam’ı dinleyin!” de, ben “Bilime kulak verin” diyeyim; sen, “Evrim’de Adnan Hoca yetkini!” de, ben “tercihim Darwin” diyeyim; sen, “Diyanet’in hesabı şaşmaz!” de, ben “Einstein’ınki” diyeyim; sen, “İlahi adalet!” de, ben “Çağdaş hukuk” diyeyim; sen, “Şeriatın kestiği parmak acımaz!” de, ben, “Bıçak paslıysa tetanoz, kirliyse mikrop kapar, hijenik bile olsa kıvır kıvır kıvrandırır, sakat bırakır” diyeyim; sen deki, “Enerji kutsal Kitap’ta gizlidir!”, ben diyeyim ki “Balda”.... Ne var bunda? Vatandaşı, neye nasıl inanacağı konusunda özgür bırakmıyorsun, hiç olmazsa ne düşündüğüme karışma. Zaten marjinalim! Yasalarda, farklı inanç sahiplerine ceza getiren madde mi var? Arıya inanç da, inançlardan biridir; suya, toprağa, havaya inancın doğal uzantısı olarak. Bin kişiden birinin, “Ateistim!” demesi seni neden çıldırtıyor? Bak, zaten oran belli: binde bir! ‘Cennetin tapusu’ sana mı kayıtlı? Cennetin dere yataklarında, yeşil yamaçlarında yağma ve kaçak yapılanmaya giden mi var? Ben senin “Yağmur duana” karışıyor muyum? Sen de benim, yağmurun sevgilisi ormana tapınmama karışma! Sen, “Allah’ın izniyle vatanı HES’lerle donatacağız!” de, ben de,“Cennetinin bilincinde olan buna izin vermez!” diyeyim. Senin sevabın sana, benim günahım bana. İnanca zincir vurma! “Bütün inançlara eşit uzaklık” diyordun, “ileri demokrasi”nin “ileri yalan”larından biri de bu mu?


Diyelim ki, konumuz kurban. Sen, “İbrahim aleyhisselam, ‘Allahü taalâ bir oğul verirse, onu Allah için kurban edeceğini’ söyledi. Dileği hasıl olunca, sözünü yerine getirmesi rüyada bildirildi. Sözünde durup oğlunu kurban etmek istedi. Cenab-ı Hak, ‘İbrahim, gerçekten rüyasına sadakat gösterdi. Bu bir imtihandı. Oğluna karşılık ona büyük bir kurbanlık koç fidye verdik’ buyurdu. Hazret-i İbrahim, Nemrud tarafından ateşe atıldığında canı ile Hazret-i İsmail’i kurban etmesi emredildiğinde evladı ile ovaları kaplayan bütün sürülerini bağışlamakla da malı ile imtihan edildi. Üç imtihanı da kazandı.” diye anlat, ben, “Çok büyük topraklara ve ‘ovaları kaplayan sürülere’ sahipti. Dönemin kuraklık ve ekonomik krizini ‘tarihin en uzun ömürlü ve en etkili reklâmı’yla aştı!” diye anlatayım. Hani, “İsteyen sana, isteyen bana inansın” da demiyorum. % 60tan fazla vatandaşın kurban ve kurbancı olduğu gerçeği ve marjinal olduğumun bilincindeyim. Tek isteğim: düşünceme, inancıma karışma!

Sen ömrün kadar esip gürlersin, oysa rüzgâr ve yıldırımlar, senden önce de vardı, sonra da olacak. Yalanla zenginleşen çok; içlerinde yedi sülâlesini abâd eden var. Arıya sadâkat da benim servetim. Beni ‘günahkâr’ say, umurumda değil, ama bana inanç dayatmasına yeltenme! Çek elini balımdan!


Dörtlük

İnsan ol sevgiyle dolaş

‘Kafire küfür’le değil

Cennete dünyada ulaş

Ahrete seyirle değil

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Nisan 2013 Çarşamba

‘Açılım’ın kapısı



24 Nisan 2013, 11:43
‘Açılım’ın kapısı
Milyonlarca insanı katlettiği Irak’a, Libya’ya, Afganistan’a saldırıları da dahil, ABD’nin herhangi bir savaşa “savaş gereksinimiyle” girdiği yönünde bir sözünü duyan var mı? En zalim saldırılarında bile söylemi “barış” üstünedir. Katliam ve yağma hesaplarıyla Irak’a saldırma gerekçesi, “Barışın tesisi, özgürlük, demokrasi, insan haklarına açılım, uluslar ve halkların kurtuluşu”ydu! Bu söylemi ezberletene dek uludu da uludu! O dönemde 10 yaşında olan çocuklar bu ezberle büyüdü. Liberaller o dönem ABD’nin ulumasına megafon oldu, tempo tuttular. Diyelim ki 10 yıl geçtiği için o dönemde ne yaptıklarını anımsayamıyorlar. Aynısı Libya’da tekrarlandı. Hadi, onu da unuttular diyelim. İşte Suriye!

Başta barış olmak üzere, halkların, ulusların özgürlüğü, insan hakları ve demokrasi konusu, tarihi boyunca solun uğrunda canı pahasına mücadele verdiği değerlerdir. Bu günün halk düşmanları, insanlık tarihinin en alçak kurnazlığı ve sahtekârlığıyla bu değerlere boyandılar. Halk masalında örneği var: Kurt, un çuvalına girip beyaza bulanır, yumurtayla sesini melemeye akortlayıp kuzuların kapısını çalar ve ‘Ben sizin annenizim, inanmıyorsanız anahtar deliğinden bakın’ der!

İşte, utanmazlığın boyutu: “Suriye’nin Dostları” sıfatını “halk”la unlayıp “Suriye Halkının Dostları” yaptılar. Kimler mi? ABD ile Batı’daki koldaşları ve İslâm âlemindeki birbirinden yobaz, savaş taşeronu ülkeler. ABD güdümünde İstanbul’da AKP’nin kanatları altında toplandılar. Masal gibi; insanın inanası gelmiyor. Kuzu postunda kurtlar, “kaderinizi bize emanet edin” diye uluyorlar. ABD, Suudi, Katar ve AKP’nin  yemlediği  ÖSO, “Etkili savaş için daha çok silah istiyoruz!” diyor. Şu rastlantıya bak: AKP’nin bir kanadı altında “etkili savaş” için ÖSO’nun hamileri toplanıyor, diğer kanadı altında “etkili barış” için AKP’nin “Akiller”i. İlkinin katığı, “insani yardım” yani “ÖSO’ya acilen daha çok silah”; diğerinin katığı “anaların gözyaşı” yani “silahlar acilen sussun”! Gözyaşını da  ‘sınıflara’ ayırdılar. Bizim anaların gözyaşı kutsal, Libyalı, Suriyeli, Iraklı, Afganlı analarınki murdar! Murdarı akıtmak helal!

Sosyalistlerin Meclisi, 14 Nisan’daki 4. Genel Kurul Toplantısından sonra “Açılım”ın yeni ve daha büyük acılara açılmasından endişeliyiz başlığıyla kamuoyuna bir açıklama yaptı ve ülke ve bölgede yaşananları doğru kavramak için sürecin bütünlüklü değerlendirilmesi gereğine dikkat çekti:  “Son dönemde Sosyalistlerin Meclisi’nin Anayasa ve Müzakere sürecine ilişkin taşıdığı kaygıları besleyen olaylar yaşanmıştır. AKP’nin gerici saldırıları sürerken, Hizbullah’ın düğmesine basılması rastlantı değildir. Bu süreç özgürlüğü değil, gericiliği besleyecektir. Müzakerelere paralel olarak Misak-i Milli'ye işaret edilmesi ve mevcut devlet sınırlarının yapaylığından söz edilmesi, sürecin barışı değil, yeni savaşları tetikleyeceğini düşündürmektedir. Ortadoğu'da sınırların değişebilirliğini vaz eden temel gücün ABD, bu tür değişimlerden en fazla yarar sağlayacak olan gücün ise uluslararası enerji tekelleri olduğu unutulmamalıdır. Suriye'de süregiden çatışmalarda PYD'nin ÖSO ile işbirliğine girebileceği, hatta yer yer girdiği yönündeki işaretler de kaygı vericidir. Sosyalistlerin Meclisi, müzakerelerin, Türkiye'de derinleşen AKP gericiliği ve bölgede emperyalizmin politikaları ile birlikte tek bir paket oluşturduğunu düşünmekte, bu paketi tek bir ögesi üstünden analiz etmenin ve tavır geliştirmenin mümkün olmadığını saptamaktadır. AKP'nin müzakere sürecindeki Kürt meselesinin çözümüne ilişkin kapsamlı, özlü bir görüşü bulunmamakta, süreçte belirsizlikler yaratarak geriye dönüş olanağını elinde tutmaya ve siyasi sorumluluğunu akil insanlar gibi mekanizmalar ile azaltmaya çalışmaktadır.”

AKP’nin “Savaşta ve barışta müttefikimiz” dediği ABD’nin aktüel Dışişleri Bakanı ve “akillerin akili” Kerry, un çuvalında beyazlara bulanmış olarak bölgede turluyor. Yine kapıda.

---------------------
Victor Hugo:

“Kurdu kurtaran, kuzuları öldürür!”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Nisan 2013 Pazar

Barışın namusu



21 Nisan 2013, 12:08
Barışın namusu
ABD’nin son 10 yılda dünyada öldürdüğü insan sayısı dudak uçuklatır. En iyimser hesaplamayla 6 milyon. Sadece Irak’ta 2.5 milyon. Yine en iyimser hesapla, son on yılın ortalamasında ABD (direkt ya da NATO ve yandaşları ile) ayda en az 50 bin insan öldürmüş ve aynı hızda öldürmeyi sürdürüyor. ABD Başkanı “Barış Nobeli” sahibi! Şimdi bu “barışçılığı” yiyecek miyiz? Yiyen var mı bilmem ama yedirmeye çalışan çok. Obama’ya Barış Nobeli verildiğinde zil takıp oynayanları; “Başkan seçilmeseydi çok üzülürdüm” diyen “ileri demokrat”ları; Afganistan, Irak, Libya, Suriye  katliamlarında ABD destekçisi “ileri barışçı”ları anımsayın. Çoğu şimdi “Akil”! Kusura bakmasınlar: Barışın da bir namusu var!

"Akilik” soldan döküntü liberallere hayat öpücüğü gibi geldi! AKP  yardakçılarının, pişmanlık duygusuyla mızırdananları bile, yine RTE yağcılığına başladı. Daha bir ay önce, “İlk şeriat yasası çıktı; İslâmcı parti AKP intikam alıyor, laiklik tehlikede; O’nun sorunu Kürt sorununu çözmek değil, ‘seçilmiş padişah’ yetkileriyle Başkan olmak” diyen Baskın Oran değil miydi? “Akil” olunca “Yiğidin hakkı yiğide, Başbakan cesur adam, o olmasaydı birbirimizi yemeye devam edecektik!” diye dolaşmaya başladı. “Siyaset bilimci”liğin virajlı yolunda bir kez daha RTE Reklâm Müdürü gibi, hem de tam gaz!

RTE, eleştiriye yeltendikleri için kayıktan attığı liberal kürekçilerinin birkaçına ‘padişah bağışı” olarak, bu kez can simidi atıp, “işe” geri aldı! İşte zekâsının hasadı: eleştiri cüretine kalkışanlar, şimdi iki misli yağcı! Övgü dozajları eleştiriye yeltenmiş olmalarının özrü gibi! Sirklerle ilgili okuduğum bir yazıdan aklımda kalmış: En sadık, en baş eğen ve istenilen numarayı yapma becerisine sahip olanlar, cezalandırma yöntemiyle ‘eğitilirken’  ödüllendirilen yaratıklardır.

O. Baydar, “Barış olsun da kimlerin elinden olursa olsun. Savaşa kim son verecekse başımın üstünde yeri var!” diye yazmış. Buraya kadar anlaşılır! Sonra, bakmış ki bu “kim ve kimler” in sicili bozuk, içleri karanlık. Daha önce de, “En azından uzun boylu bir Başbakanımız var!” diye kürekçilik yaptığını ve karaya oturduğunu da anımsamış olacak ki, mecburen eklemiş: “Hafızamı köreltmeye, geçmişte yapılanları, söylenenleri unutmaya çalışıyorum. Ki yüreğime kuşku oturmasın!” Sayesinde tarih, gelecek umudu adına geçmişe ilişkin hafızasını köreltmeye çalışan “toplum bilimci” ye de tanık oldu!

Daha derinlikli ve aydın hassasiyetiyle bakan bir kesimde ise, ‘ne istediği anlaşılmaz’lık var. Örneğin N. Mert. Hem, “İktidar ve onu koşulsuz destekleyen çevreler, sürece iktidarın izlediği yol dışında ve ötesinde bir alan açma çabalarının önünü kesmek üzere kolları sıvamış durumda. En ufak bir eleştiriyi, AKP alerjisine yormakla işe başlıyor, sürekli yaptıkları gibi bu süreci de sol siyasetler üzerinde tepinme heveslerinin vesilesi haline getiriyorlar...Türkiye’de barışın bedelinin daha az demokrasiye razı etmekle sonuçlanması kaygısı dışında buradaki barışın savaş ve çatışmayı Suriye-İran hattına ihraç etmek gibi açılımları olabilir. İktidarın bu heveste olduğu ve hesaplarını bu yönde kurduğu açık.” diyeceksin, hem de, “Ne olur, bir barış ve demokratikleşme imkânını daha heba etmeyelim!”


Peki sol ne yapsın? “Barış imkânı heba edilmesin” diye üstünde tepinmelerine razı mı olsun? Kaygılarını yutup, sussun mu? “Barış” maskesiyle dolaşan savaş kışkırtıcılığını, “namus” maskesiyle dolaşanları görmezden, duymazdan mı gelsin? Sol, şu sıralar fedakârlık gösterip solculuktan vaz mı geçsin? ‘RTE akilleri’, barış görüşmeleri ve akillikle ne alâkası varsa, ikide bir “Bugünkü siyasi yelpazede gerçek sol parti AKP’dir” diskurları, “Tarihimizin en güclü cesur lideri” reklâmları “Büyüyen Türkiye” fetvalarıyla kanal kanal dolaşsın, sol da bunu sineye mi çeksin? Öyle mi?

Metin Çulhaoğlu, soL’da, “Belge, Mahçupyan, Dilipak, Karakaya ve başkaları ha bire konuşacak da biz susacak mıyız?” diye sormuş. Yüreği gerçekten kanın durması, barış ve halkların kardeşliği için çarpan devrimcilerin, ‘barış maskeli savaş sabıkalıları’na kuşkuyla bakmaları doğal değil mi? Bir yanıt lütfen!

-----------------

Shakespare:
“Namus görünmeyen bir cevherdir. Çok kere ona sahip olmayanlar sahipmiş gibi görünürler.”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Nisan 2013 Çarşamba

“İleri demokrat”lık virüsü



17 Nisan 2013, 11:51
“İleri demokrat”lık virüsü
Düşünce yoluyla bulaşan bir virüstür. Beyin, para kesesi gibi işlev görür ve virüsü biriktirir. Bu virüsü taşıyana bir şey anlatma olanağı yoktur. Çünkü banka hesabı en kabarık kişinin kendini en zengin sayması gibi, beyni bu virüse kese olan kişi de kendini âlemin en akıllısı bilir. Böyle akıl zenginleri, özellikle AKP döneminde hormonlu sera sebzeleri gibi çoğaldı ki ne çoğalma! Organiğini ara ki bulasın!

Belirtilerinden biri çenededir. Beyindeki virüsün ateşi çeneye vurur. Demokratlığı  kimse ondan daha ateşli savunamaz. Karşı görüşlü birinin ekranda onunla tartışma şansı yoktur. O şansı bulsa bile, susmasını boşuna bekler. İleri demokratlık virüsünün besin kaynağı demagojidir. Köklü bilgi ve mantık onun karşısında dikiş tutturamaz. Temeli sağlam tarihi yapıların TOKİ karşısında dayanamayışı gibi! Demokratlık adına söylediği her şeyin doğru ve haklı olduğundan öylesine emindir ki, akıl hastanesindeki “Napolyon” bile Napolyonluğunu o derece savunamaz!

Sözgelimi siz, “Şu rezalete bak, dünyaca ünlü çizgi romanları İslâmlaştırdılar: Örümcek adam namaz kıldı, Penguen örtündü!” diye sistemin demokrasi düşmanlığına bir itirazda bulunmaya görün, ileri demokrat virüslünün yanıtı hazırdır: “Bu ne nefret, türbanlı kızın, imam hatipli bir çocuğun çizgi romana bakma hakkı yok mu?” Hani, kendisi oturmuş da o hakkı karşılamak için ona uygun çizgi roman yapmış olsa amenna! Ama ruhları yok ki yarattıkları yeni bir değer olsun. Bir başka sanatçının ürününü güve gibi kemirmeyi, sansür ve gaspı “hak” örtüsü altında “ileri demokrat” olarak savunur da savunur. “Çarşaflının da bakma hakkı var” diyecek olsa, virüslü bu kafa, maazallah, Modigliani’nin tablolarına bile çarşaf giydirir! “İleri Demokrasi” adına, benzer işler yapılmıyor mu sanki!

Michelangello’nun heykelinde Davut’un cinsel organını “muhafazakârların da Davut’a bakma hakkı var” diye buzladılar. Dindar gençlerin de Yunus, Karacaoğlan, Cemal Süreya, Melih Cevdet, Edip Cansever okumaya hakkı var diye, şiirlerinden “biralı, sevişmeli, hurili, memeli” sözleri ayıkladılar. RTÜK’ün “göğüs ucunu gösterme yasağı” ile ilgili maddesi, örtülü bayanların film izleme hakkı nedeniyle, TRT’de bin yıllık mermer kadın heykellerinin göğüs uçlarına uygulanmadı mı? “Bu ne nefret, türbanlı kızın çizgi romana bakma hakkı yok mu?” diye Penguen’i türbana sarmayı savunan kafa, aynı mantıkla Paul Gauguin’in tablolarına niye çarşaf giydirmesin? Pinokyo’ya “Allah sizden razı olsun!”, Oscar Wilde’nin “Mutlu Prens”inde Miller ve Hans’a “Hayırlı sabahlar!” dedirtiyor da! Yani!

Bu virüsün diğer belirtileri pişkinlik, sağırlık ve körlüktür. Virüsü taşıyan “ileri demokrat” görmek istemediği şeyi görmez, duymaz, anımsamaz, bilmek istemediği şeyi bilmez! Hani görür, bilir, duyar, anımsar da, tepkisini öyle bir demagoji içinde eritir ki, ‘aman üstüme sıçramasın’ diye, siz geri çekilirsiniz! Körlükleri göz körlüğü, sağırlıkları kulak sağırlığı değil, vicdan körlüğü, vicdan sağırlığıdır. “İleri demokratlık” çorbasının aşçısı o vicdandır. Ha Penguen’e türban, ha Çamlıca Tepesi’ne ‘camikondu’; ha Davut’un penisine buzlama, ha ÖSO’ya mühimmat; ha sevişmesiz Cemal Süreya, ha meme ucuna makas! Bu hastalıklı kafa için, tümü “insan hakları” ve “insani yardım”dır!

‘Güdümlü pervasızlık ve güvenceli cesurluk’ da bu virüsün belirtilerdendir.  Yani, pervasızlıkları sisteme karşı değil, sistem muhaliflerine karşı dışa vurur. Hem de histeri halinde! Cesaretleri ise, bedel ödemeye değil, bahşiş beklemeye ayarlıdır. Yüklendikleri hiçbir risk yoktur, fakat yemlendikleri çanak çoktur. Sanatta, bilimde, siyasette yarattıkları yeni bir değer, seçkin bir eser gösteremezsiniz. Bir işe yaramazlar. Sahiplerine bahçe çiti olma dışında. Yani, dinci faşizan sistemin hizmetkârı “ileri demokrat”ın hayatla ilişkisi, ileri derecede kurumuş dikenli çalınınki kadardır.

Dörtlük


"Toprakta tohumun anlamı neyse
Hayatta insanın anlamı odur
Topraksız tohumlar nasıl kurursa
Sevdasız hayatlar o kadar bodur"

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Nisan 2013 Pazar

Alandaki milyonla insanın körelten parıltısı



14 Nisan 2013, 12:25
Alandaki milyonla insanın körelten parıltısı
Alanı milyonla insanın doldurması toplumsal bir sorunun çözülmesi için yeterli mi? Keşke olsa, ama değil. Milyonla insanın alanlarda toplanmasına 6 yıl sonra yine tanık olundu. İlki 2007 Nisanı’nda, her birine milyonla insanın toplandığı “Cumhuriyet Mitingleri”ydi. İkincisi Diyarbakır’daki 2013 Newroz Kutlaması. 2007 mitingleri Cumhurbaşkanı seçiminin arifesindeydi. Toplumun bir kesimi “Cumhuriyet ve laisizm elden gidiyor” kaygısı taşıyordu. Ortam gergindi. TSK Başkanı Büyükanıt, 12 Nisan’da “Cumhuriyet’in temel değerleri ve devletin üniter yapısına, laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanı seçileceğini umut ediyorum!” demişti.  14 Nisan’da Tandoğan tarihinin en büyük kalabalığına tanık oldu. Ardından, milyonla insanın katıldığı Çağlayan ve  İzmir mitingleri geldi.

Sosyal demokratlar, bu mitingler öncesinde “Kürt sorunu” konusunda “açılım” içine girmiş de olsalar, mitinglerde Kürt bayrağı yoktu. Sol da yoktu. Ana muhalefet, soldan ziyade sağa açıktı. Cumhuriyet ve laisizmi tehdit odaklarından ‘korunma içgüdüsüyle’ kendi devletçi, milliyetçi, tutucu yanını törpüleme yerine, daha da katılaştırmaktaydı. Solun uyarılarına karşın, onlar için TSK, Cumhuriyet’in güvencesiydi. Ortacılar, sağcılar ve ulusalcılardan oluşan çemberin kapıları da, kulakları da sola kapalıydı. Alanlarda toplananlar okumuş orta sınıf, aydınlar, gençlik ve emekçilerden oluşan ‘gidişattan’ kaygılı insanlardı. Emekçiler vardı ama ideolojileri yoktu.  Heyecan vardı ama devirmek ve ileriye yürümek bilincine dayalı değildi; korkuya, yani devrilmemek, daha geriye gitmemek duygusuna dayalıydı. Dönemin dönemeçleri,  ABD ve AB’nin “Türkiye’de Ilımlı İslam, bölgede Arap Baharı ve BOP” hesaplarıydı. Tarihimizin en kalabalık toplantıları olan “Cumhuriyet Mitingleri”ne bağlanan güven, güce dönüşme dinamiğinden yoksunluğu (yani temelsizliği) nedeniyle çözüldü. Harladığı, parladığıyla kaldı. İnsanlar, sinemada gibi, muhalefet ettiği şeyin seyrine daldı. AKP Cumhurbaşkanını seçti. Referandumdan geçti. Kurumlaştı. Cumhuriyet ve laisizmi kazıdı. Ordunun “özde değil sözde” Cumhuriyetçi ve laik üst kadrolarını, “sözde değil özde” tırpanlayıp içeri tıktı. Liberal kürekçilerinin yardımıyla yarattığı ortamda, hukuk, bilim, eğitim, sendikal örgütlenme gibi birçok alanda toplumun ileri kesimlerini “darbe öcüsü” ne yem yaptı. Zindanları doldurdu. Bölgedeki dinci güçlerle ilişkilendi. “Arap Baharı”nda ABD ve AB’ye tetikçi ve savaş taşeronu oldu. Keşke milyonları toplayan mitingler, sağa değil sola açık, yani Cumhuriyetin kazanımlarını daha ileri taşıma dinamiğine sahip olsaydı. Keşke.

6 yıl sonra bu kez Diyarbakır’da insan denizine tanık olduk. Coşku ve heyecanın odağında savaş mağduru acılı halkın barış umudu vardı. Newroz’dan bir süre önce BDP yöneticileri “konuşma yapmak için Türk Bayrağı açılmasını bekleme” gibi “açılım”lar yapmış da olsalar, Newroz kutlamasında Türk Bayrağı yoktu. Bazı sol güçlerin temsilcileri katılmıştı fakat sol da yoktu. Olmadığı gibi, solun, “Alevileri İslam bayrağı altında toplamak, emekçi halkın üstündeki faşizm ve Suriye savaşı” gibi konularda kaygı ve sorularla “barış bozanlık” yapmaması istendi. Alanı dolduran emekçi halktı ama alanda emekçi halkın ideolojisi yoktu. Başta, soldan devşirme kanadı, liberaller tam tekmil oradaydı. Medya, tarihte görülmedik biçimde Kürtlerle ilgiliydi. Kürt Ulusu ve PKK’nin Başkanı Öcalan’ın, “sözde değil özde” yetkiyle ilettiği mesaj tüm kanallarda canlı verildi. Ülke ve bölgenin günümüzdeki dönemeçleri ise: Anayasa referandumu, RTE’nin Başkanlık hesabı ve Şam’da namaz özlemi! Milyonla insanın barış umuduyla alana çıktığı, büyük boyutlu yankı bulan Newroz haftasının 7 gününde ülkede ‘küçük boyut’  yaşanıvermiş olayların sadece birkaçı ise: “Ankara’dan Suriye’ye uçaklarla silah sevkiyatı, DİSK’e bağlı sendikalar dahil onlarca adrese helikopterli operasyon, birçok gözaltı, zindanlara kitap sınırlaması, Uludere Katliamı’nın örtülmesi, İsrail’den geliveren özür, RTE’nin Obama’nın sesini özlemesi!” Tabi ki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı var ve kutsaldır, ama keşke sola, en azından solun uyarılarına açık olsa da, barış, özgürlük, demokrasi umudu, o arzuyu sözde değil, özde doldursa. Keşke!

___________________________________________

Dörtlük

Gününü rüyada gibi yaşayan

Şaşkınlaşır kendine geldiğinde

Çünkü gerçeğin koynu devinimli

Dal büyür ışıkla bilendiğinde

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Nisan 2013 Çarşamba

Neruda’nın kemikleri



10 Nisan 2013, 12:44
Neruda’nın kemikleri
12 Mart 971 Darbesi’nin kanlı karanlık günleriydi. Bir ikisi dışında tüm devrimci yayınlar yasaklanmıştı. Darbe terörü her yanı sarmıştı. Devrimci sanat ve kültür dergisi Halkın Dostları’nın yayınını Zekâi Bostancı ve birkaç fedakâr arkadaşla o koşullarda sürdürmeye çalışıyorduk. Dergiyi sürdürebilmek için  sahiplik ve yazıişleri sorumluluğunu yüklenmiştim. Ataol Fransa’daydı. Neruda’nın o ünlü “Karakas’daki Miguel Otero Silva’ya Mektup” şiirini darbeye bir manifesto gibi o günlerde yayınladık. “Bizi ne edeceklerini şaşırıyorlar Miguel / Öldürmekten öte ne yapabilirler ki / ve o bile sonuçsuz kalacak / tek şey var: bir oda kiralamak karşımızda ve bizi gözetlemek / bizler gibi gülmeyi ve ağlamayı öğrenebilmek için” diye seslenen; “Yıllar önce bir öğrenci görmüştüm / ayak bileklerinde bir generalin emriyle vurulmuş zincirlerin izleri vardı / bana yollarda çalıştırılan prangalı mahpusları anlattı / ve insanların yok edildiği hücreleri” diye akıp giden; “Alçak bir Başkan’ın / ülkemin en değerli insanlarını toprağın altına soktuğu / kemiklerini satmak için” diye haykıran şiirini. Sesimizi ona sarmıştık.

Ataol’dan gelen zarfı açtığımda, Sirkeci Postanesi’nin önünde bayılacak gibi heyecanlanmış, ağlamıştım. Ataol kendisine ilettiğim o şiirin olduğu dergiyi geri yollamıştı. İçinde Neruda’nın palmiyeleriyle. Neruda Paris’te Şili Elçisiydi. Ataol’un götürdüğü dergiyi  palmiyeler çizerek bizim için imzalamıştı. Bir süre sonra Halkın Dostları da yasaklandı. Tutuklandım. Maltepe Askeri Cezaevi’nde tünel kazıldığı günlerdi. Dergimizin abone listesinde adı olan Mahir Çayan oradaydı, Harun Karadeniz oradaydı, Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin ve civan yürekli niceleriyle aynı koğuştaydık.

Tutukluluğum Maltepe’den sonra Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde sürdü. 1973 Eylül’üydü. Bu kez  Şili’de kanlı bir darbe olmuş, Allende öldürülmüş, Neruda’nın nazlı yurdunu Pinoche canavarı ele geçirmişti. 1973’ün  son günleriydi. Cezaevine bebeklerin koynunda, giysiler, yiyecekler arasında parça parça soktuğumuz ve içerde monte ettiğimiz küçük bir pilli radyomuz vardı. Geceleri  dünyadan haberler taşıyan bir sevgili gibiydi koynumda. Öyle bir günün sabah alacasında BBC’den bin bir cızırtı arasında bir haber geldi gitti. “Şili’de...Pablo Neruda’nın...ölüm haberi kısaca....toplanan kalabalığın” Cızırtılar arasında duyabildiğim sadece bunlardı. Başka habere geçti. Akıp giden zamanla yarışırcasına dinlediğim radyo artık bir yabancı gibiydi koynumda. Demirin soğukluğu ve duygusuzluğuyla. Ranzada altımdaki yatakta Gökalp Eren yatıyordu. Onun yanına indim. Uyandırıp, “Neruda’yı öldürdüler!” dedim. O gün Neruda’ın şiirlerini okudum arkadaşlara. Onun damar ve yürek kardeşi Enver Gökçe’nin Türkçeye kazandırdığı “Oğulları Ölen Analara Türkü” şiirini bir kâğıda yazıp koğuşumuzun duvarına astım. İşkencelerden geçmiş, ayak bileklerinde zincirlerin izleri olan arkadaşlar sıra sıra gelip okudular.

Neruda’nın  Pinoche canisi tarafından öldürüldüğü duygum hiçbir zaman değişmedi. “Hastanede prostat kanserinden öldüğü” yolundaki açıklamalar bana hiçbir zaman inandırıcı gelmedi. Pinoche alçağına en büyük tehdit Neruda’nın varlığıydı. Darbenin 2. haftasında caniler kollarını sıvadılar.

Şili Komünist Partisi’nin yıllarca sürdürdüğü başvurular sonucunda, 2011 yılında Neruda’nın ölümü hakkında soruşturma açıldı. Şoförü Manuel Araya, “Tedavi gördüğü hastanede zehir enjekte edildiği” yönünde kuvvetli şüpheler olduğunu söyledi. Sonunda 8 Nisan 2013’de kemiklerinin uluslararası bir heyet denetiminde topraktan çıkarılmasına karar verildi. Ben de bu satırları 8 Nisan 2013 sabahı yazıyorum. Hayata emanet ettiği ölümsüz şiirlerinin kardeş sesiyle. “Yaşadıklarımı İtiraf Ediyorum”da, “Hayatım bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır, bir şair hayatıdır” diyordu. Yani Neruda her sabah, her bahar yeniden doğar, Pinoche ise kan kokusu içinde çürüdü de çürüdü.

___________________________________________

Pablo Neruda:

“Bunca yere düşmüşlerden

  Yenilmez bir hayat doğar;

  Bir tek beden olur,

  Analar, bayraklar, çocuklar,

  Hayat gibi canlı tek bir beden”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

7 Nisan 2013 Pazar

ZİNDAN ZİNDAN İÇİNDE (2)


nihat-behram
Geçen yazımda bir bölümüne değindiğim zindan mektuplarından söz etmeyi sürdürüyorum. Her biri yürek almaz acıların sesiyle dolu. Anlatılanlar Hitler döneminin  insanlık dışı zulümleri değil, bugün yaşananlar. Ama toplum, bu acılara sağır mı sağır. Buna rağmen zindanlarda asla teslimiyet yok. Tam tersi, zindandakiler kendilerini “özgür tutsaklar” diye niteliyorlar. Baş eğmeyişin simgesi olarak.
Çetin Durmuş (2 Nolu F Tipi / Tekirdağ): “Yetkililerin kamuoyuna çizdiği pembe tablonun aksine, işkence ve hak gaspları aynı şiddette sürmekte. F Tiplerinde yapılan anma ve kutlamalar soruşturma gerekçesi yapılarak, 3 ay iletişimden 5 ay ziyaretten men gibi yasaklar getiriliyor. Kişi başına toplamı 5 seneye varan yasaklar var. Son 3 senedir tüm arkadaşlar ya iletişim yasaklısı ya ziyaret. Yasakların gerekçesi: gereksiz slogan atmak, türkü veya marş söylemek! Bu cezalar, tahliye olacak mahkûmun infazını da yakmakta. İnfazı yanan kişi ‘iyi halli değil’ denilerek yıllarca fazladan yatmakta. Şubat 2011’de 10 yılı tamamlamış ve tahliye olması gerekirken, türkü söyledi, slogan attı diye infazı yakıldığı için bir 10 yıl daha yatırılmak istenen  Cem Kılıç bunun somut örneğidir. Fırat Özçelik ve Kenan Günyel de aynı durumdadır. 20 hapishanede operasyonla 28 tutsağı öldürmek suç değil ama F Tipi hukukuna göre onları anmak suç!” diye yazmış.
Tahsin Sağaltıcı, Beşir Özdemir (1 Nolu F Tipi / Kocaeli): Tecrit koşullarının yarattığı kalıcı hastalıklar, sakatlıklar ve yönetimin tedaviyi engelleyen tutumu nedeniyle birçok arkadaşlarının ölümle yüz yüze kaldıklarını hatta Güler Zere, Abdullah Akçay, İsmet Ablak gibi ölüme teslim edildiklerini; cezaevlerindeki katliamı protestoya katıldığı için 2010’da tutuklanan Mete Diş’in kanser olduğunu ve ölüme terk edildiğini söylüyor.
 İnan (Tekirdağ 2 Nolu F Tipi): “Baskılar ve hak gasplarına karşı biz de bedenlerimizle direniyoruz” diyor. 53 yaşındaki Mehmet Kocalar’a, revirde gardiyanların zorbaca “onursuz arama” uyguladığını, çoğu zaman gelen ziyaretçilerin “sakıncalı” diye işaretlenip, görüşme verilmediğini anlatıyor.
Gürkan Türkoğlu (Kandıra F Tipi): “Size yazdığım mektubum idarece engellendi” dediği kısa notunda “F Tipi Film’i seyredin yeter” diyor. Sultan Işıklı (Bakırköy Kadın Hapishanesi): “AKP ile tüm ülke hapishane oldu! Basın ABD emperyalizmi ve zalimlerin sözcülüğünü yapıyor. ABD Konsolosluğu’na yönelik intihar saldırısı sonrası yayınlarıyla bunu iyice kanıtladılar, ama aynı basın zindanlara sağır!” diye yazıyor.
Kocaeli F Tipi’nden gelen mektuplarda tutuklular ÇHD ve Mete Diş, “Yüzlerce tutsağın savunmasız bırakıldığı gerçeğinin gözden kaçırılmasına izin vermeyin!” diye haykırıyor. Cihan Ilgın, “Avukatlarımız iftiralara dayalı suçlamalarla tutuklandı!” diyor. Abdi Cangı, tutuklanan avukatları için, “Onlar mesleklerinin yüz akı, onurumuzdur!” diye başlamış mektubuna.
Tekirdağ F Tipi zindanlarından gelen tomarla mektuptaki ortak çığlık ise, kitap yasağına ilişkin. Hakan Karabey, “Hücrelerde kendi paramızla plastik kitaplık bulundurmamız dahi engelleniyor. Tecrit içinde tecrit koyulaştırıldı. Okumamızı, düşünmemizi istemiyorlar!” diyor. Deniz Kabak, mektubuna zincire vurulu kitap deseni eklemiş. “Ellerimiz kelepçeli olsa da beynimize, irademize asla kelepçe vuramayacaklar!” diyor. Oktay Kelebek, “Türkü, marş yasağından sonra şimdi de gözlerini kitaplarımıza diktiler! Hücredeki bir insanın kitapları alınırsa, duvardan başka ne kalır?” diyor. Coşkun Şimşek, “Hücrelerdeki devrimci tutsakları akıllarınca ıslah etmek için şimdi de kitap yasağını dayattılar!” diyor. Coşkun Akdeniz ve  Ali Baba Arı, “Medyada tablet bilgisayarlı eğitim seferberliği şovları yapanlar, hücrelerdeki insanlara kitap okumayı yasaklıyor!” diyor. Fırat Selçuk Taşkara, “Kitap okuma özgürlüğümüze de zincir vurmak istiyorlar!” diye haykırıyor. Ve acılarına, çığlıklarına, haykırışlarına değinemediğim daha nice böyle mektup.
Kandıra F Tipi’nden yazan ve elime geç ulaşan mektubunda Tolga Bülbül, cezaevi pencereli bir desen ve Nâzım’ın “Çeneni avuçlarının içine alıp, duvara dalıp kalma / Kalk pencereye gel” şiiriyle süslediği bir takvim yollamış. Baskıların  özgür tutsaklara boyun eğdiremeyeceğini, özgürlük sevdası ve kavgasını engelleyemeyeceğini yazıyor.
___________________________________________________
Özgürlük ve teslimiyet duygusu sığar mı aynı tene
Acısını duymadığı yarayı yüreğine kim sarmış
Ölgünleşmiş umudun solgunlaşmış fidandan farkı ne
Hasretin dağlarında dolaşmadan sevdasına kim varmış
___________________________________________________
NİHAT BEHRAM
YURT GAZETESİ – 7 NİSAN 2013
 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

5 Nisan 2013 Cuma

Nihat Behram'dan büyük tepki




Son dönemde bazı sanatçıların AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan destekçiliğine soyunmasına usta şair sert çıktı.
İşte Nihat Behram'ın açıklaması:
Aydın ve sanatçılar katında onur saflaşması yaşanıyor!
Aydın kişi, onurunu canı gibi koruyandır, gürzü gibi kuşanan; zalimin avcunda kirleten değil!
Tarihin hiçbir döneminde ihanet bu denli aktüel olmamıştır, aydın onuru bu denli ayaklar altında, sanatçı duruşu bu denli seviyesiz, bu denli ucuz...
Halkın karşısına yüreğiyle çıktığını söyleyen insanlar, tarihin hiçbir döneminde, iktidar karşısında bu denli yalakalaşmamıştı, bu denli nabızsız, teslim, iğdiş, eğilmiş, yamuk....
Karanlığın simgesi ampül, umudun simgesi dua, klavuz imam, yalanın maskesi vaat, şevkatin dağıtıcısı cellat, bilimin yorumcusu ulema...Tarihin hiçbir döneminde insan bu denli kör olmamıştı...
Halkın kurtuluşu adına hareket ettiğini düşünen kimileri, yazık ki (hangi ulustan olursa olsun) coğrafyamız halkına tarihin en büyük ihanetini yapanlara kurtarıcı gibi sarıldılar. Aydın, yüzyüze olduğu tehlikelere karşı halkı uyardığınca anlamlıdır. Tarihin hiçbir döneminde, sanatçı-aydın sıfatıyla hareket edenler, sanatçı-aydın onurunu bu denli anlamsızlaştırmamıştı... Halkın acısına bu denli yabancı, zalime bu denli yardakçısı, bu denli şakşakçı...
Aydın-sanatçı sıfatıyla dolaşanlar, canı gibi, teni gibi sarınmaları gereken onuru ve muhalif kimliği tarihin hiçbir döneminde bu denli unutup, bu denli kimliksiz kapıkulu olmamıştı... Beyin sofrasında meze, efendinin oyununda figüran, soygun düzeninin aksesuarı, sahteye maske, zehire reklâmcı...
Tarihin hiçbir döneminde, özellikle de bu coğrafyada, sanatçı-aydın sıfatlı kişi, kendi mirasına bu denli ihanet etmemişti...Yunus’a, Dadal’a, Nazım’a, Ciğerhun’a, Fikret’e, A.Hani’ye, Nesimi’ye, Ruhi Su’ya....
Ve sanılmasın ki ve sanmasınlar ki, halkın aydını-halkın sanatçısı olma onurunu canı gibi, teni gibi sarınanlar tümden teslim olacak...
Satan satsın onurunu beş pula, halk düşmanlığının erketeliğine.. Kapı kulluğuna yatan yatsın... Direnenler bizimdir...
Aydın, onurunu canı gibi koruyandır, teni gibi sarınan, gürzü gibi kuşanan...
Onur dik duruşta gizlidir, bükülmüş dizde değil; yangınlar kıvılcımda gizlidir, külde değil...
Aydın onuru taşıyan, emekçi halkın omuzdaşıdır, diğeri zalimin oynaşı... Bugün yaşanan bu saflaşmadır...
Zalimin yemiyle kendini bu denli kirletenlerden elbet onurun da soracağı bir hesabı olacak!
Onur sahibi bütün aydınların, bu onursuzlaşmaya karşı tepkilerini dışa vurma, sese, güce döndürmeleri gerekir.
Nihat Behram

3 Nisan 2013 Çarşamba

Zindan zindan içinde



03 Nisan 2013, 12:05
Zindan zindan içinde
Gazeteden yine birikmiş bir torba mektupla çıktım. Her biri zindanlardaki filiz yürekli canlardan. Okullarından, yuvalarından, karanlığa karşı saf tuttukları kavgadan koparılıp hücrelere tıkılmış gençlerin yazdığı mektuplar. Sığdırabildiğimce birkaç mektuptan cümleciklerle bugün köşem onların.

Tolga Bülbül (1 No'lu F Tipi / Kocaeli): Testis kanseri olan Mete Diş’in, insanlık dışı bir şekilde tek kişilik hücrede ölüme terk edildiğini, bu uygulamanın işkenceyle kasten adam öldürme olduğunu yazıyor. Tüyler ürpertici mektup, insan vicdanı taşıyan herkesi 2.5 yıldır hücrede tutulan 25 yaşındaki Mete Diş’e sahip çıkmaya çağırıyor.

Bahtiyar Doğruyol (1 No'lu F Tipi/Tekirdağ): Sırf avukatının ÇHD’li olması nedeniyle, görüşme sonrasında gardiyanlarca “onursuz arama””ya tabi olduğunu, direnince de onlarca gardiyanın saldırısına uğradığını yazıyor.

Ebru Yeşilırmak (Bakırköy Kadın Hapishanesi): Üniversite Biyoloji öğrencisi olduğunu, sokakta polislerce kaçırılıp 3 gün boyunca işkence edildiğini, tutuklandığını, “suçu”nun “parasız eğitim için basın toplantısına ve 1 Mayıs’a katılmak” olduğunu, polisin tutuklu ailelerine baskı ve tehdit uyguladığını yazıyor.

Aşır Emir (Edirne F Tipi): İlkokul sınıf öğretmeni. Tutuklanma delilleri düzmece CD’ler, telefon dinlemeleri, gizli tanık ifadeleri; “Engin Ceber’in işkencecileri yargılansın” konulu toplantıyı izlemek, yasal muhalif toplantılara katılmak.  “Eğer işkenceci polis ya da işçisinin ölümüne sebep olan patron olsam hiç yargılanmayacaktım, hak ihlallerine karşı olduğum için zindandayım” diye yazıyor.

Yusuf Demir (Tekirdağ 1 No'lu F Tipi): Eğitim Sen üyesi devrimci bir öğretmen. Dersim’de sendika yöneticiliği yapan 3 arkadaşı daha tutuklu. Suçu, “Emekçi halkın sorunlarını bilince çıkarmış” olması. Suç delilleri evinde bulunan kitaplar. Biri de benim  “İ. Kaypakkaya” kitabım. (Kitapçılarda satılan bu kitabımı suç delili yapan Savcı hakkında da ben suç duyurusunda bulunacağım!) Yusuf, tutuklandığı gün doğan kızının adını Nora koymuş. Ermenice Işık demek. Kendi ondan uzakta, karanlıkta.

Semiha Eyilik (Kapalı Kadın Hapishanesi /Sincan): 2012 Mart ayı gece yarısı evi basıldı. Dosyada “gizlilik kararı” olduğu için aylarca suçunu öğrenemeden
yattı.Ama TV’lerde hakkında onlarca “suç” sıralandı. iddianameyi 10 ay sonra görebildi. Tutuklama gerektiren hiçbir suç olmadığı halde tecridin en ağırına maruz kaldı. Bunların arasında, ailesi hücre arkadaşına selam verdiği için 3 ay oğlunu, 5 ay eşini görme yasağı gibi insanlığın yüzkarası cezalar da var. Abdi Çangı (1 No'lu F Tipi / Kocaeli): ÇHD, HHB li avukatlar ve Grup Yorum’a yönelik polis provokasyonlara karşı mücadeleye çağırıyor.

Emrah Yayla (Kırıkkale F Tipi Hücre): Babasının cenazesine katılma talebi savcılıkça “örgüt mensuplarıyla ortak hareket ettiği, iyi hal şartını taşımadığı, tehlikeli mahkûm olduğu” gibi gerekçelerle reddedildi. 

Selvi Polat (Bakırköy Kadın Hapishanesi): Sarıyer Halk Eğitim Merkezi çalışanı 37 yıllık öğretmenin mektubundan bir bölüm: “19 Şubat sabaha karşı evlerimiz kar maskeli uzun namlulu polislerce basıldı. Çocuklarımız uyanıp anne babalarının kelepçelenişini izledi. Arama diye evlerimiz talan edildi. 70 yaşındaki annemizin eğik bükük günlüklerine dek el konuldu. ‘Silahlı örgüt’ün suç delili olarak ‘Grev’ önlükleri,  Eğitin Sen üye formları, derneğin takvimi zapta kaydedildi. Sizlere gerçek gelmeyecek ama gözaltına alınan 184 KESK’linin 62’si bu gerekçelerle tutuklandı. Basında adımız ‘DHKP-C ve PKK sorumlusu terörist öğretmen evinde yeğeniyle birlikte kıskıvrak yakalandı’ diye ilan edildi”! 

Özkan Yılmaz (1 No'lu F tipi / Kandıra): “ÇHD ve HHB’li avukatlar tutuklanarak sadece onların özgürlükleri ellerinden alınmadı. Bizim de savunma haklarımız gasp edildi. Mahkemeye giden arkadaşlarımıza, yeni avukat bulmaları, aksi takdirde Baro’nun avukat atayacağı tebligatı yapıldı. Planları, davalarımızı avukatsız yani savunmasız bitirmeleridir” diye yazıyor. Ceyhun Bay (Kandıra 1 No'lu F) Herkesi “F Tipi Film”i izlemeye ve hücrelerde yaşananlara tanıklık etmeye çağırıyor.

Gökhan Yıldırım (1 No'lu F Tipi / Tekirdağ): 6 aydır ağrısıyla kıvrandığı dişini çektirebilmek için karşılaştığı insanlık dışı zorlukları anlatıyor. İnsan yüreği taşıyanları zindanlardaki sağlık sorunlarına duyarlı olmaya çağırıyor. (Zindandan mektupları bir sonraki yazıda sürdüreceğim)

---------------------------
Dörtlük
Ey haylaz huyu özgürlük tutkusunun
Başarmanın hırsıyla çınlayan avaz
Ey direnci ateşli kılan haklılık
Kavuşmanın örsünde dövünen alaz

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..