14 Mart 2015 Cumartesi

Sol Dergi Yazı




Bardağın dolu yanı: Acaba ‘örtünme evrimi’ nasıl başladı, ‘incir yaprağı’yla mı?
Türban da “yetmez ama evet” konusu oldu! Balıkesir Müftü Yardımcısı, “tesettür başı değil, bütün bir bedeni örtmektir! Türban takmak yetmez, kadınlar iyice kapansın. Modaya dayalı tesettür kadının cazibesini kapatmıyor, aksine ön plana çıkarıyor” diye buyurdu! İşin endazesi iyice kaçtı. “İffet, edep, mahremiyet”  üstüne verilen “fetva”lardan “inanç ortamı” toz duman! Kim neyi nasıl görüyor, anlamak da mümkün değil! Vaazlarda belirtilen “kadının tahrik unsurları”nı saymaya kalksan sonu gelmez! “Ana dizi” bile buna dahil! Altı yaşındaki çocuğun saçından, sokağa çıkan hamile kadına dek neler yok ki! Müzedeki bin yıllık mermer heykelden vitrindeki plastik mankene dek nerde kadın görüntüsü varsa izlediler, buzladılar, bezlediler, dahası balyozladılar. Bebeğe tecavüzle zina aynı kefeye konuldu! IŞİD bir fetvayla “kadınların ortalıkta sandalyeye oturması”nı yasakladı! Sandalye sözcüğü Arapçada “erkek” olduğu için! “Mahremiyeti örtme” çabası, morgda kadavralara don giydirme noktasına dayandı! Ne kadar çember sakal, o kadar fetva! Yani “inanç önderi”nin kim olduğu konusu da toz duman! Hükümet sözcüsünden şehir müftüsüne, bakanından mahalle imamına, “kedicik”lisinden “cüppeli”sine, “yavuz” vekilinden “havuz” yazarına, “Nurcu”sundan “Nusracı”sına, “takkeli”sinden “tekkeli”sine dek, konuşan konuşana! Anlamadım gitti: Şu “örtünme konusu” ne derin meseleymiş!
İnsan, ister istemez “işin kökü”nü merak ediyor! Ama başta medya ve internet, “bilgi kaynakları” da toz duman! “Edep ve örtünmenin kökeni” konusunundaki sonuçları sıralasan bin cilt tutar! “Havva Anamızın incir yaprağı”ndan günümüz “burka”sına dek, “örtünmenin tarihi”ni öğrenmeye  ömür yetmez! İşin tuhafı, “Hz. Adem ve Hz. Havva dünyaya incir yaprağına sarılı mı indiler? Allah onlara kıyafet yapma ilmi vermemiş miydi? Hz. Havva, İslam tesettürü gibi mi giyiniyordu”  türü soruların da, “Âdem ve Havva cennette saklı ve gizli otururlarken ayıpları açılarak yeryüzüne gelmiş oldukları gibi, Âdemoğullarından her biri de ana karnında ‘döl yatağı’ içinde saklı ve gizli olarak rızıklanıp dururken çırılçıplak yeryüzüne indiler. Sonra da ayıplarını örtecek veya giyinip kuşanıp süslenecek şekilde fakirce veya zengince iki çeşit elbise ile korunmaya ve örtünmeye imkân buldular” türü yanıtların da haddi hesabı yok! Kökenimiz hakkında “ulema” açıklaması ise Darwin’in “ruhuna el fatiha”: “A’raf  suresi 189. ayette ‘sizi bir tek candan (Adem) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva) yaratan O’dur...’ denmekte. Bu nedenle insan nesli bir ana ve babadan olan çocuklar yolu ile çoğalmıştır. Ancak kardeş evliliği gibi yasak bir duruma bir defaya mahsus çok özel bir yaratılış süreci ile ve belli bir çocuk sayısı için müsaade edildi. Havva anamız her defasında bir kız ve bir oğlan olmak üzere ikiz çocuk doğuruyordu...” Gel de inan!
Tamam, bu konuda kaynak bol, ama bilgi mi yüklü, safsata mı, sorun orada. İlk başlarda “incir çekirdeği doldurmaz” konuların tahribatını gördükçe geriliyordum. Gelinen yerde “bardağın dolu yanı”yla avunmaya başladım! “Astarı yüzünden pahalı”ya geldi, ama sonunda dinciliğin ipliği de pazara çıktı, ne “mal”ın inandırıcılığı kaldı, ne “tezgâh”çı erketelerin! “İnanç tacirleri”nin ne menem  hırsız, arsız, yalancı, rüşvetçi, sahtekâr, katil ruhlu olduğunu bir gram akıl ve vicdan sahibi herkes gördü. Artık çocuklar bile “örtün” diyene “saç edep yeri mi” diye soruyor, gençler “dinci”liği sorguluyor! Kadının tecavüze uğramasını “mini etek giymesi”ne bağlayan yobazın içi dışına vurdukça tosladı ki ne toslama! Dinci kafanın hükmü altında sadece bilimin, kültürün, eğitimin, doğanın değil, medyanın, hukukun, ordunun, polisin de ne hale geldiğini “sağır sultan’ duydu! İnancı “rüşvet saati”ne ayarlı, “bakaracı makaracı” bakanlar fosladı ki ne foslama! İktidarı ele geçirenlerin “talanı paylaşma” dalaşında “ahiretteki sırat köprüsü”nün dünyadaki “parelel”i esnedi ki ne esneme! Yalancının mumu söndü, kürekçi kendi kusmuğuna sindi, dinci yapılanma erketesi “gazeteci, akademisyen” sıfatlı zevzeklerin cakaları bozuldu, koflukları ortalığa saçıldı, tepetaklak döndüler! “Boko Haram”ıyla, “IŞİD”iyle ve onların hükümetlerdeki eşitiyle, dünya alem ve de insanlık tarihi, bir kez daha tanık oldu ki, dinci cehaletin varacağı yer caniliktir! “Bardağın dolu yanı” bu. Yazık ki o “doluluk” nice acıların sonucu! Cehaletin doğuracağı vahşeti görmesi için insanlığın illaki bunca bedel mi ödemesi gerekirdi? “Bedeli ağır oldu, ama sonunda yobazlığın ipliği de pazara çıktı diye avunmalı” desem de, lanet olsun, böyle avunmanın da canı cehenneme!

6 Mart 2015 Cuma

Sol Dergi Yazı



Yobazlığı Karacaoğlan’la süpürmek!
Toroslar sığar mı ki Karacaoğlan türbana sığsın?
Mersin Atatürk Parkı’ndaki, “Karacaoğlan’ın Elif’e aşkını simgeleyen” üç metrelik tunç heykel de yobazlardan “kısmet”ini almış, saldırganlar gece karanlığında ilkin Karacaoğlan’ın sonra da sevgilisi Elif’in kollarını demir testeresiyle kesmişti. Heykeltraş Metin Yurdanur, 1991’de yaptığı heykelin “Deniz kıyısında iken 2000 sonrasında parkın ücra bir köşesine taşındığını” söylüyor. Bu uygulama nedeniye Belediyeyi “ağaçlar büyür ama heykel büyümez” diyerek heykelin eski yerine getirilmesi için uyarmış. Sevda ozanı Karacaoğlan yüzlerce yıldır  halkın gönlünde yüzlerce kat büyüyen ölümsüz bir ata ozan olduğu için, Yurdanur’un heykelini ağaçlarla “büyüme yarışı” içinde düşünmesini geçiyorum! Esasa, yani dinci yobazlığın Karacaoğlan’a duyduğu kine gelirsek: Heykeltraş’ın bu konuda da kafası muglâk! “Bu saldırıyı yapanların bilinçli olarak heykel düşmanlığı yaptığına ihtimal vermek istemiyorum, birkaç kendini bilmez yapmıştır, heykeli daha açık, daha aydınlık bir yere taşırsak bu tür saldırılar olmaz” diyor. Bu “tahmin”ini de heykeltraşın “saflığı”na verip geçiyorum. Çünkü Karacaoğlan’ı “yumruğu”yla değil “umduğu”yla savunduğu için, bu düzende “umduğu”yla değil “bulduğu”yla yetinmek zorunda! Yine çünkü: Karacaoğlan’ın özgürlük mekânı parkın karanlık ya da aydınlık köşeleri değil, dinci yobazlık sisteminin alaşağı edildiği aydınlık toplumdur. 2008’de Mine Şenocaklı’nın benimle yaptığı söyleşide, “yüzyıllar önce Karacaoğlan, ‘Aşık bilir aşıkların suçunu / Cennet sandım yâr koynunun içini / Tarayıp zülfünü düzelt saçını / Hilal kaş üstüne sal kara gözlüm’ demiş. Siz şimdi türbanın mı yanındasınız, Karacaoğlan’ın mı? Sevdiğinin saçlarını bu kadar güzel anlatan ozanların çıktığı bu topraklarda, Katar’dan mı, Bahreyn’den mi, her nereden gelmişse, saçı gizleyen türbanı mı tartışacağız? Kökünüz türban mı, Karacaoğlan mı, karar vereceksiniz! Eğer Karacaoğlan’sa türban tutmaz” demiştim. Bakmayın siz imamın “yüzde 50” şişinmesine! Karacaoğlan gibi atası olan halk esmeye görsün, “sel gider kum kalır”! Bırak testereli saldırıyı, Karacaoğlan’a dil uzatmak bile dinci faşistliktir! Onu hedef almaları boşuna değil, karanlıkta saldırmaları da! Düşman bildikleri Karacaoğlan’a halkın tutkusundan ölümüne korkuyorlar. Saldırganlar heykeltraş Yurdanur’un sandığı gibi “birkaç kendini bilmez” değil. “Muhafazakâr sanat” adlı yobazlığın temsilcileri, dinci sistemin en üst makamlarında. Hem de “prof, akademisyen” sıfatlı! Prof. İskender Pala, “düğmelerin falan dar geldiğini anlatan türküler var, tahrik edici ve ahlak dışı oldukları için yasaklanmaları gerekir” demedi mi? “Sıkça dikmiş kız döşünün düğmesin / Sıkmış, memelerim gerilsin deyi” türündeki Karacaoğlan türkülerinden kasıtla! Aynı şahıslar, “siyasi rant” iştahıyla cenazesine “akbaba” gibi üşüştükleri Neşet Ertaş için de, daha mezarı kurumadan “onun türkülerinde ahlâkla çelişen erotizm vardır” diye ulumadılar mı? Pornoyla erotizmin farkını ayırt edemeyen cehaletin, yobazlığı “akıl, bilgi, ahlâk” diye sunması ve Karacaoğlan’a saldırması normaldir. Bu kafa, “anasının dizinden tahrik olan” kafadır! Bu kafa, 6 yaşındaki çocuğun saçına cinsellik yükleyen kafadır! Bu kafa sokakta gördüğü hamile kadını pornografik bulan kafadır! Ellerinden gelse ne Yunus kalacak, ne Pir Sultan! “Ben bu zerrak (ikiyüzlü) sofulardan / Gayri bir şeytan bilmezem” diyen Kaygusuz Abdal günahkâr, Neyzen desen zaten cehennemlik! Dedim ya, ellerinden gelse Anadolu kültürü “sil baştan” olacak! Dinci yobazlığın güvelenip sinsice kemirmediği ne geleneksel kültür kaldı ne çağdaş kültür. Bale, tiyatro, opera, heykel derken halkın yüzlerce yıllık türkülerine dayandılar. Ama unuttukları şu: Hiçbir şey ruhun öz besinine kavuşması için verilen kavgadan daha güçlü, daha dirençli, daha muhteşem olamaz. Fidanın öz besini toprağıysa, insanınki de sevdasıdır! Sevdanın Karacaoğlan’dan yüce atası mı var?. Bir yanda Karaca’nın açıldıkça rüzgârlaşan nefesi, bir yanda saçlara sıkı sıkı kapanan türban! Bana “hangisi kalıcı” diye soracak olsanız, “dalga mı geçiyon allasen” diye gülesim gelir! Hayatın kendisi meydan!
* * *
Hayat Yaşar Kemal’imizi uğurladı; döşeği Toroslar, yorganı gökyüzü olan Karaca’nın, Dadal’ın, Yunus’un yanına; yağmur, rüzgâr ve ırmaklar atalarımızın kanatlarıdır; gökte yıldız, dalda tomurcuk, yürekte umut; öksüze kardeş, güçsüze candaş, mazluma yoldaş; onlar onurlarıyla geçtiler bu dünyadan, ölüm kavramının çeperlerini kırarak; ondan ki her an hayatımızdalar