30 Haziran 2013 Pazar

Altan Tan denen şu şeriatçı yobaza bak!


Altan Tan denen şu şeriatçı yobaza bak!

Nihat Behram

nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
30 Haziran 2013, 13:03

Milletvekili Altan Tan, Gezi Direnişi nedeniyle RTE’yi “eleştirirken” diyor ki: “Yeni bir Chavez'e, yeni bir Ahmedinejad'a ihtiyaç yok. Onların sahipleri bile onlardan vazgeçti. Gelin siz sıklıkla dillendirdiğiniz Özal'ın yoluna, demokrasi yoluna, halkı anlaştırma, birleştirme, uzlaştırma, kaynaştırma yoluna dönünüz.” Sen hele şu “demokrat” maskeli şeriatçı, nurcu, sosyalizm düşmanı şahsa bak! (“Adam” yerine koyup, köşemi heba ettiğim için okurumdan özür dileyerek yazıyorum. Ama ezilen mazlum halkların can yoldaşı Chavez’e dil uzatması karşısında da açıkçası dayanamadım.)


Ne kadar acıdır ki, bu şahıs, mazlum Kürt halkının demokrasi, insan hakları, özgürlük mücadelesi içindeki bir partiden, BDP’den vekil. Bu şahsın bu türden halk ve devrim düşmanı söz ve tavırlarından rahatsız olmamak mümkün mü? Dünya halkları ve özellikle de Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı özgürlük mücadelesini ödünsüz desteklemiş Chavez gibi bir büyük devrimciyi, faşist diktatöre benzetmenin karşısında susmak sıradan bir demokrat için bile mümkün değildir. Halkların kardeşliği, barış ve demokrasi özlemini içtenlikle yaşayan Türk, Kürt çevrelerde, ilerici, demokrat devrimci hareketler düzeyinde “Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşir mi?”, ya da “Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülür mü?” ya da “Yoksa birbiriyle iç içe midir?” gibi konular, her boyutuyla dostça tartışılır. Tabi ki herkes düşüncesini ortaya koymalı ve tartışılmalıdır. Tartışmaların hasadını halklar toplar, mücadeleye akıtır. Ama büyük bir halk kahramanını, çağımızın büyük bir devrimcisini, sosyalist mücadelenin bir komutanını; halkına ve dünya halklarına onurlu bir kavga mirası bırakmış bir öndere dil uzatma, hele ki faşist diktatöre benzetme pervasızlığı başka bir şey. Altan Tan adlı yobazın yaptığı budur. Bu kafa, halkın özgürlük mücadelesini sabote eder. Sübjektif niyeti ne olursa olsun, sonuçta Kürt düşmanlığını da içeren bir halk düşmanlığıdır. Şeriatçı, yobaz kafasıyla, ABD çanakçısı Özalcı yapısıyla RTE’ye en çok benzeyen ve örtüşen Altan Tan’ın kendisidir.


“Yeni bir Chavez’e, yeni bir Ahmedinejad’a ihtiyaç yok”muş! “Onların sahipleri bile onlardan vazgeçti”ymiş! “Özal’ın yoluna gelmek gerekir”miş! Bunlar ucuzdan sallanmış laflar değil. Buram buram emperyalist kapitalizmin çanakçısı, devrim ve sosyalizm düşmanı, şeriatçı bir ideoloji tütüyor. Hem de “demokratlık” maskesi altında. Ahmedinejad’a karşıtlığının nedeni açık: inanç farkı. O Şii ve ‘milli görüş’, ABD ile kavgalı. RTE’ye, “Diktatör olma” derken onu anması bundan. İslam âleminde Suudi’den, Katar’a, Sudan’dan Arap Emirlikleri’ne dek ‘çit sürüsü’ kadar ABD uşağı Sünni diktatörden birini anacak değil ya! ‘Ömer el-Beşirleşme, Mursileşme’ mi diyecekti! Ne ‘tesadüf’se lanetlediği kişilerin ikisi de ABD karşıtı; ama önerdiği Özal ‘damardan’ ABD yandaşı! Altan Tan’ın asıl derdi ise Chavez’le. “Onların sahipleri bile onlardan vazgeçti” diyor! Utanmıyor da: daha birkaç ay önce Venezuela halkı Chavez’i ölümünden sonra da bağrına bastı. Bütün dünya halkları, Chavezcilerin zaferini kutladı. Şeriatçı yobaz Altan Tan’ın telaşına gelince: Birçok sapkın düş gibi “İslam bayrağı altında toplanma” düşü de Taksim İsyanı’na toslayıp, un ufak oldu. Bu yobazın esas telaşı bu! Bir diğeri: bu direniş gösterdi ki, demokrasi, özgürlük ve insanca bir yaşam uğrundaki halk isyanına artık ne bayrak batıyor ne Mustafa Kemal. Sosyalizm mücadelesi o kerteleri aştı. Ama Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanı Altan Tan’ın şeriat hevesi başlı başına aydınlığın zehridir. Bu kafadaki kişiler sadece mazlum halkların kardeşliği ve özgürlük mücadelesinin değil, bilimin, uygarlığın, inanma ya da inanmama özgürlüğünün de düşmanıdır. Ortadoğu halklarının bir baş belası da şeriatçılıktır.


Ezilen halkların yoldaşı ve çağımızın büyük devrimcisi ve halk kahramanı Chavez’den birkaç sözle bitireyim. Altan Tan, uygun olanı (isterse tümünü) kendisi için alsın!: “Sen bir ahmaksın Bay Tehlike!” (Bush’a hitaben) ; “Defolup gidin pislik Yankeeler!” (ABD Büyükelçisini Venezuela’dan kovarken); “Dün Şeytan buradaydı!” (BM Genel Kurulu’nda Bush’un konuşmasının ertesi günü); “Domuz gibi homurduyorsun, domuzsun!” (Karşısına aday olan demokrat maskeli CIA beslemesi Rodoski’ye)

______________________________________

Hugo CHAVEZ :

“Bu yüzyılda ya biz kapitalizmi yok edeceğiz ya da kapitalizm tüm insanlığı ve gezegenimizi yok edecek. O yüzden: Ya sosyalizm ya ölüm!” 

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

26 Haziran 2013 Çarşamba

Yurdun pazarlamacısı ve halk gerçekliği


26 Haziran 2013, 12:01
Yurdun pazarlamacısı ve halk gerçekliği
Panayır tellallarını, gemilerdeki işportacıları anımsatan ses tonu ve vurgularıyla bağırıyordu. Tekrarlana tekrarlana ruhsuzlaşmış cümleleri birbiri ardına sıralıyordu. Çevresindeki toplama kalabalığa, “Bu hizmetleri ayağınıza dek getirdik!” diyordu. “Bu jiletten bir paket alana yanında bir traş tarağı bedava! Daha bitmedi, 2: yanında bir kantaşı hediye; daha bitmedi, 3: yanında bir yara bandı parasız; daha bitmedi, 4: yanında bir kıl cımbızı meccani; bitti sanmayın, daha bitmedi, 5: yanında bir bıyık makası hediye!” diye mal pazarlayan işportacı gibi bir o yana bir bu yana döne dura bağırıyordu. Bütün vaatleri ve “yaptım, ettim” dedikleri “ucuza ayarlı” şeylerdi. Bakışları da sesi gibi duygusuz, ruhsuz, yapay ve ucuza ayarlıydı. Öylesine yapay ki, “acımız” derken her an sırıtmaya, “şefkatimiz” derken her an kudurmaya hazırdı! İçtenliği çakma, küfürbaz, tehditkâr, sahtenin sahtesi.

Dürüstlüğü, güveni, hoşgörüyü, sevgiyi, umudu yalanın ve kinin ağzıyla yoğuruyordu. Çevresindeki erketeler paniklerini sırıtarak örtmeye çalışıyordu. Sırıtmayan tek kesim, nereye baktıkları belli olmayan kara gözlüklü, gestapo duruşlu korumalar ordusuydu. Pazarlamacı onların arasında bir o yana bir bu yana dönerek, sahteliği ortaya çıkmış “malını” pazarlıyordu: kendi “büyüklüğü”nü!

Alandaki toplama kitle, konserve kutuları, çer çöp ve leşlerle çalkanan ve artık özünü, özelliğini yitirmiş, ölmekte olan bir denizi andırıyordu. Halkı halk yapan özellikten yoksun, uyuşuk, uyudu uyuyacak bir kalabalıktı. Pazarlamacı bunu biliyordu. Ara sıra sorduğu sorularla, gemi pervanesinin kirli suyu çalkalayıp köpürtmesi gibi kalabalığı çalkalamaya, köpürtmeye çalışıyordu: “Daha yüksek sesle bağırın, dünya duysun sesinizi!” O sıra kameralar kalabalığa dönüyordu. Esneyen, uyuklayan toplama yüzler uyanır gibi oluyor, sırıtıyor büyük ekranda kendilerini arıyorlardı.

Pazarcının pazarladığı da kendisiydi. Reklâm söylemi ise itirazı lanet gerektiren “inşallah, maşallah, Allah’ın izniyle, yüce rabbim” gibi sözlerdi: “Bütün darbe senaryolarını Allah’ın yardımıyla boşa çıkardık, İnşallah bunu da çıkaracağız!” diyordu! Sanki, sadece bu ülkede değil, tüm Arap âleminde emperyalizmin darbe ve savaş taşeronu kendisi değilmiş gibi. “Allah’ın yardımıyla halka zulmeden darbecilerden bu ülkeyi kurtardık!” diyordu. “Son taksitini de ödeyip borçları sildik!” diyordu. “İslam âlemine özgürlükler getirdik, getiriyoruz!” diyordu. “Allah’ın izniyle terör konusunda geri adım atmadık, atmayız; dünya krizle boğuşurken biz büyüdük, Allah’ın izniyle inşallah daha da büyüyeceğiz! Vesayeti bitirdik!” diye sıralıyordu. Zindanları özgürlük sevdalılarıyla dolduran, halkı işsizlik ve sefalet içinde süründüren, zulmü kudurganlaştıran, komşu ülkelerde dinci yamyamları silahlandıran, halkın, gençliğin en insani taleplerini barbarca saldırı ve gaza boğan kendisi değilmiş gibi!

Ömrü iyice kısalmış yalanlarla örülü bir pazarlamaydı. Yalanları artık mevsimlik, aylık yalanlar değildi. Hatta haftalık ve günlük yalanlar bile değildi. Birkaç saatlik yalanlardı. Mumu birkaç saat içinde sönecek yalanlardı. Kurusıkı yalanlardı. İşportacının “Al, bir ömür tıraş ol, bir ömür taran!” diye sattığı ama ilk denemede çöpe atılan jilet, tarak türü ‘naylon ucuzu’ yalanlardı! Puşkin’in değimiyle “Bacaları karartan is gibi insanın içini karartan yalanlar”dı! Şehrin bir yanında pazarlanan buydu! Belliydi ki, bir eli ‘yalan davulu’nda olan pazarcının diğer eli ‘tüyme bavulu’ndaydı. Çünkü, artık sesi titriyordu!

Şehrin öbür yanına, Taksim’e, daha doğrusu şehrin “Her yeri Taksim” olmuş sokaklarına, daha doğrusu bir ucundan bir ucuna direnen ülkenin halk gerçekliğine gelince: Barbarlığa, yalana boyun eğmeyenler, gençler, analar, aydınlar, emekçiler, sanatçılarıyla halk, yurtseverler, antifaşitler, devrimciler, yuvasından ilk kez göğe çıkan kuş misali, Türkiye’nin ufkuna nasıl da yakışıyordu!

------------------

Dörtlük

Yuvasından ilk kez uçan kuştaki sevinci gördüm
Telaşın tutulmaz rüzgârı gizliydi kanatlarında
Gökyüzünün büyüsü, ağaçların sürüsüyle yarıştı
Sanki kıvılcım taşıyordu daldan dala uçuşlarında

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

23 Haziran 2013 Pazar

Gül’ün yorumuna gel de gülme!


23 Haziran 2013, 12:08
Gül’ün yorumuna gel de gülme!
“Partiler üstü” ve “tarafsız” Cumhurbaşkanı kısık ‘dokunaklı’ sesiyle, sabah ezanının Saba makamında, halk direnişlerini ve gelişmeleri yorumlayıp cumhuru uyardı: “On yılda yapılan imajı bir haftada yıkarsınız!” On yıl dediği AKP’nin iktidar süreci! Yani, AKP “yapıcı” taraf! “Yıkıcı” da cumhur olmalı!

Bunlar sandılar ki, kadınları türbana, çarşafa, haşemaya sarar, Katar’dan İngiliz Kraliyet Sarayı’na, ekranlardan, plajlara, kamu kuruluşlarından okullara dolaştırırsak “Türkiye’nin kadınına imaj” yapmış oluruz! On yıl dünyayı o “imajla” döndüler de döndüler. Soros’un sözcüleri “artık imaj yapısı tamam” diyordu ki, Toros’un Karacaoğlan’ı ‘hortlayıverdi’! Barikatlardan atlayan genç kızın uçuşan saçlarını zehirli gaz bulutları sarsa da, yüreğindeki aydınlığın rüzgârı bir ucundan bir ucuna Anadolu’ya, “İşte Karaca’nın zülüfleri ak gerdana düşmüş güzeli” dedirti. Uğrunda on yıl harcanmış ‘tesettür imajı’nı şeytan aldı götürdü, yerine ‘kırmızı etek’ getirdi! Bunlar, iki sevdalının bankta oturmasına yasağı “ahlak imajı” sandılar! Yunus, Dadal, Kaygusuz ‘hortlayıverdi’! TOMA'ların karşısına dikilen sevdalı gençler yüreklerini dünyaya öpüşerek anlattılar. “On yıl”mış! Karacaoğlan’ın halkın gönlündeki yaşı dört yüz, Kaygusuz’unki yedi yüz, Yunus’unki bin! Ölümsüzlüğün imaja ihtiyacı yok! Yasak da dinlemez.

Bunlar sandılar ki, “kindar, dindar” geçliğin imaj yapısına giden yol alkol yasağından geçiyor! Dile kolay, on yıl uğraştılar. Suudi çölünden kum gibi para aktı. Tam “yapı tamam” diyorlardı ki Hayyam ‘hortlayıverdi’: “Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır / Yüzünden aldatmaca, sahtekârlık yayılır / Şarap içmiyor diye kasılıp gezer ama / Yedikleri yanında şarap meze sayılır” Hayyam ‘hortlar’ da, Pir Sultan, Nesimi ‘hortlamaz’ mı! Bunlar sandılar ki, cemevine “Cümbüş evi”, müzisyene “anan seni hangi kerhanede doğurdu”; baleye “ahlaksız sanat”; heykele “ucube”; gazeteciye “ağzından lâgım akıyor”; çiftçiye “ananı da al git” dedik mi, “muhafazakâr yapı” kurulur; dinci yapıyı “ileri demokrasi”, savaş taşeronluğunu “barış” diye kakaladık mı herkes yer! Gün 24 saat ekranlarıyla, şafak baskınlarıyla, zindanlarıyla, coplarıyla, gazlarıyla, Soros beslemesi hocalarıyla on yıl çırpındı da çırpındılar. İşte yapı tamam” diyorlardı ki, barbarlara karşı, gitarını kapan müzisyeni, balerini, doktoru, öğrencisi, emekçisiyle “anamı da aldım geldim” diye cumhur ‘hortlayıverdi’! “On yıl”mış! Bu halkın kültür temeli “Suudi kumu” değil, kayadandır. Aşınmaz ve aşılmaz yapısıyla sadece Şeyh Bedreddin bin yaşında.

Bunlar sandılar ki, deresini HES’le zincirledik mi, ardıcını siyanürle zehirledik mi, Neşet’in bedenini cemden camiye kaçırdık mı, plajlarda ücretli türbanlılar dolaştırdık mı, ekonomiye yalanı bulaştırdık mı; gazeteciye kelepçe, avukata zincir vurduk mu; kemancının parmaklarını kırdık mı cumhur baş eğer, secdeye gelir; seccade imalâtı tavan yapar, kriz teğet geçer, Şam’da namaz kılarız; ne Darwin’in evrimi kalır, ne özgürlük devrimi! Dile kolay, “on yıl” çırpındılar! Ama öfke ‘hortlayıverdi’; Nazım, Melih Cevdet, S. Ali,

A. Nesin... sansür yemiş kim varsa birbiri ardına cumhurun dudaklarında ateşlendi! “On yıl” mış! “Hidroelektrik”le değil ama insanlığın dereyle, ormanla sırdaşılığı on milyon yıl. “HES” diyene “Höst!”, orman kesmekten dem vurana “Kes sesini!” diye halkın doğa sevdası ‘hortlayıverdi’!

Anadolu’nun binlerce yıllık aydınlık birikimini, dinci faşist barbarlar, evlatlarımızı gaza boğarak, öldürerek; “Boyun eğme!” diye bağıran balerinin kalçasını kırarak karartıp kendi “imajlarını” parlatacaklarını sandılar. İsyan ‘hortlayıverdi!’! Cumhurbaşkanı hiç kusura bakmasın, bu saatten sonra bu cumhur, ne “Saba makamı”ından medet umar, ne de “AK imaj”a kanar! “On yılda yapılan imaj” çakma olduğu için çökmeye mahkûmdu. Gören görüyor: çökmüştür. İyi de olmuştur!

-------------

André Gide:

“Asıl ikiyüzlü, kendi yanılgısını kavrayamaz hale gelip, içtenlikle yalan söyleyendir!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Haziran 2013 Cuma

Faşist barbarlığın mazereti mi olurmuş!


19 Haziran 2013, 12:27
Faşist barbarlığın mazereti mi olurmuş!
Silah olarak yüreklerini, umutlarını, özlemlerini, hayata ve doğaya tutkularını, yurtseverliklerini kuşanıp gelen halka karşı emperyalizmin taşeronu dinci faşist sistemin “güvenlik güçleri” barbarlığın, faşist kudurganlığın en üst kertesinde bir kinle saldırıyor. Bu barbarlık, saldırı emrini veren Diktatör’ün son çırpınışlarıdır. İnsanlık onuru ve vicdan taşımanın tek ölçüsü bugün bu kudurganlığa karşı halk direnişinde saf tutmaktır. İnsanlık düşmanı dinci faşist zalimler sürüsünden bu yurdu kurtarana kadar.


On polis bir genç kızın tepesine çökmüş, kimi tekme, kimi dipçik, kimi gaz, cop, kalkan, artık ‘devlet ne verdiyse vur Allah vur’! Sonra da “Devlet memuruyum, verilen görevi yerine getiriyorum!” diye ‘mazeret’ bul! İşkenceciler de kendilerini böyle savunuyordu. Devlet sana, “Yakalayıp sık kafasına, kır kolunu, kalçasını, gözünü kör et!” diyebilir mi? Devletin, yasa tanımaksızın böyle dediğini farz edelim, yapman mı gerekiyor? Yani senin de yasa ve vicdan tanımaz olman mı gerekiyor? Mantık bu olunca, “soy, çal, yağmala, tecavüz et” türü insanlık dışı her şey “doğallık” kazanmıyor mu? Ne devlet ve devlet yetkilisi bu insanlık ve yasa dışı barbarlıkları “görev” olarak verebilir, ne de devlet memuru bu barbarlıkları “devletin verdiği görev” mazeretine sarabilir. Barbarlıktır. Alçaklıktır. Ahlaksızlıktır. Her şeyden önce insanlık suçudur. Sadece polis değil, hiçbir memurun kendisine verilen görevin yalan, sahtekârlık, düzenbazlık, işkence, katliam, soygun içerdiğini söyleyemez. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde. Söylüyorsa (ki söylüyorlar) kendisine verilen bu görevi yapmak zorunda değildir. Yapıyorsa (ki yapıyorlar) yapan da yaptığı işin barbarlık olduğunu, insanlık suçu işlediğini kabul edecektir. Mazeretsiz. Alçaklığını, zalimliğini, insanlık düşmanı olduğunu kabul edecektir. Halk düşmanı olduğunu kabul edecektir. Barbarlığın mazereti olmayacağını halk direnişi bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş, insanlığı barbarlar ve barbarlığa karşı göreve çağırmıştır.


Taksim’de başlayıp, bütün ülkeye yayılan büyük Haziran Direnişi, hükümet yetkililerinin yalan, provokasyon ve iftiralarını da geri püskürtüp sahiplerinin yüzüne vurdu. Her yalanları tokat olup kendi yüzlerinde şakladı. “Camide bira içildi, bayrak yırtıldı” türü provokatif yalanlardan, “polisi köprüden attılar” türü iftiralara kadar! Ama utanma yok! Halk onları kendi yalanlarıyla tokatladıkça onlar yalan ambarlarından yenilerini çıkardılar. Bu yalanların en bayatlarından biri de “bayrak” yalanıydı. Sanki alanlara on binlerce insan bayrakla gelmemiş gibi, başta RTE, yetkililer, “Bayrağımıza saldırı var” kışkırtmasını ağızlarından düşürmediler. Aslında ise bu halleri panik haliydi. Çünkü, “Bayrak” üstünden sürdürdükleri “gerici, ırkçı edebiyat”ın artık son bulmakta olduğunu gördüler. Halk, bayrağını ırkçıların, dinci faşizmin elinden çekip aldı. Bayrak Gezi Direnişi’nin uyumlu parçasıydı. Taksim Direnişi, bayrağa “dikenmiş” gibi bakılan çevrelerde bile, “bayrak karşıtlığı”nı törpüledi. Dinci faşist diktanın ‘bayrak’tan kastı, şaşaalı günlerinde ağızlarından düşürmediği ve altında toplanmaya çağırdıkları “İslâm bayrağı” olmalı! Bayrak vesilesiyle yıkılan bir anlayış da bu safsatadır. Sadece dinci faşist sistem değil, “İslam Bayrağı altında toplanma” lafını “halkların kardeşliğine dönük devrimci bir çağrı” olarak sunma ve bu çağrıya “emek eksenli formül” arama zurnalığı da hayatın duvarına tosladı.


Halk korku duvarlarını yıktı ve ufka bakmaya başladı. Bu, muazzam bir kazançtır. Toplumun her katında yankı buldu. Gemilerde metazori seyrettirilen ‘RTE reklam TV’lerine yolcular isyan ettiler. İstanbul’a kalkan uçakta pilotun “iyi uçuşlar” dileğini “iyi direnişler” diye seslendirmesi isyanın gökteki yankısıdır. “Taksim’de bir evladım var” diye gururlanan analara, sokaklarda “Her yer Taksim” diye bağıran seyyar satıcılara tanık olundu. Ve daha niceleri. Halk düşmanları bu hasadı yok etmek için her yola başvuracaktır. Korumak ve geliştirmek ise halk güçlerinin görevidir. Anti faşist öfkeyi halk örgütlerinin oluşturacağı cephede tek vücut kılmak gerekir. Halk düşmanları son derece örgütlü ve sinsidir. Halkın onların karşısında yenilmez ve bükülmezliğinin yolu kendi örgütlü gücüdür. Halkın örgütlenip düşmanına diklenmesinden doğal ne olabilir! Çünkü örgütlü gücünün hasadı özgürlüğüdür.

------

Jean Paul Sartre:
“İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı sergilediği tavırda gizlidir.”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

16 Haziran 2013 Pazar

Toplumun kendini sokan yılanın zehrini emip tükürmesi


16 Haziran 2013, 12:57
Toplumun kendini sokan yılanın zehrini emip tükürmesi
Yaşamını sürdürme içgüdüsünün bir tepkisi olarak sadece insan teki değil, toplumlar da kendini sokan yılanın zehrini, soktuğu yerden ısırarak emip canından alır. Büyük halk direnişi kimi çevreleri şaşırttı. Onlar için bu halk ayaklanışı sanki ‘havadan düştü’! Yıllar ve yıllardır, devrimci örgütlerin halkı sokağa, alanlara, mücadeleye çağırdığı bir gerçek değil mi? Tabi ki bu direniş duygusunu biriktiren en önemli ve ön kaynaklardan birisi de odur. Fakat yazık ki, sokakta kendiliğinden şekillenip patlayan büyük öfke, onu yönlendirecek kumandadan yani cephe örgütünden yoksundu. Bu direnişte tüm güçleriyle yer alıp göğüslerini halka siper eden ve en önemlisi de geniş kitlelerle kucaklaşan değişik kesimlerden örgütlü sosyalistler bugün hayati önemdeki bu noktanın, yani anti faşist, anti emperyalist cephesiyle devrimci siyasetin acilen devreye girmesi gereğinin altını çiziyor. Şaşıran ise karşı taraf. Halkı ve sağduyusunu küçümseyenler, şaşırmaya mahkûmdu! Direnişin şaşıranları kadar kaşınanları da var. Siyasi tarihimizin bu en yaygın direnişini ucuzlatmak, bulanıklaştırmak için ‘bin bataklıktan bin çamur’ getiriyorlar! Artık boşuna. Çünkü, hayat AKP’nin ve devşirme çömezlerin bulanıklaştırdığı ‘demokrasi’ kavramını netleştirdi. Faşizm ile demokrasi kavramları arasındaki ‘karartma’ya gün ışığı vurdu. Tuzağı sadece her kesimden kendi halkımız değil, dünya âlem de gördü.

Ahmet İnsel adlı sistem çömezi liberal, AKP’nin dinci faşizmine karşı Taksim’den tüm ülkeye yayılan halk direnişini “Bu, rejime karşı isyan değil, (siyasetçilerin) hor gören üslubunu hazmedemeyenlerin, yurttaş haysiyetlerinin zedelendiğini düşünenlerin haysiyet ayaklanmasıdır” diye yorumlamış! Direnişin temelini “AKP’nin dinci faşizmine, savaş taşeronluğuna, demokrasi düşmanlığına, ülkenin doğa ve kültür dokusunu tahrip ve yağmaya, insan haklarının gasbına, hukuksuzluğa lanet” yani bugünkü sisteme lanet oluştursa da, liberal çömez için böyle değil! Sistem kürekçiliğinin bu kadarına pes! Bunları hâlâ adam yerine koyan varsa, ona da pes!

Liberal ahmaklar birbiri ardına daha ne ‘inciler’ döküyor! RTE’ye “üslubunu düzeltme öğüdü” veren de var, “AKP’nin başlattığı demokrasi hamlelerini sürdürmesinin çok önemli olduğu”nu söyleyen de! Şimdi de AKP’nin, “İşi tadında bırakın, işimize bakalım”çağrısına renk arayıcı oldular! Renk renk teori üretiyorlar. Hele ki “ayaklanmanın örgütsüzlüğü” konusundaki teorileri! Marks uyanıp da bunların 'solculuğunu' görse, dili tutulurdu! Milyonlarca insan “Anamı da aldım geldim; Derelerdeki HES kelepçelerini kıracağız; Emperyalizmin savaş taşeronluğuna son; Siyasi tutsaklara özgürlük; Faşizmi yıkana dek boyun eğmeyeceğiz” diye ve daha nice benzeri taleplerle emekçiye, çiftçiye, zindandaki devrimciye, halkların kardeşliğine sahip çıkıyor, AKP’yi lanetliyor. Keşke bu duygularla ayaklananlar en azından ‘anti faşist halk cephesi’nde örgütlü olsaydı da hedeflerine gerçek anlamıyla ulaşsaydı. Halkın örgütlü olması yenilmez olması anlamındadır. Besleme liberalin “örgütsüzlük”e biçtiği anlamsa farklı. O seviniyor. Çünkü sistemin ‘korunması’ halkın örgütsüzlüğüne dayalı. Hele ki ayaklanan halkın!

İnsanlar alanlarda dinci faşizmin hukuk katliamını, zorbalığı lanetliyor. Beş yıldır insanlar faşizmin komplo suçlamalarıyla zindanlarda. Halk “ileri demokrasi” diye sunulan faşizmden , AKP’nin “vesayetle mücadele” maskesiyle kurumlaştırdığı dinci kuşatmadan kurtulmak istiyor. Liberallerse, plaklarına “darbe” marka iğne takmışlar, sistemin dinci faşist plağını, ‘darbeyle ve derin devletle hesaplaşma’ diye yıllardır döndürüp duruyorlar. Hukukçu, aydın, gazeteci, bilim adamı binlerce demokrat ve devrimcinin zindanlarda olması umurlarında değil. Hep böyle gideceğini sandılar.

Örgütlüsü ve örgütsüzüyle, milyonlarca halk evladının yürekten ve ödünsüz, baş eğmeyen ve ısrarlı haykırışının bu topluma, bu halka en büyük armağanlarından biri de bu ‘tepki bilinci’ oldu: soktuğu yerden yılanın zehrini emip almak. Sırada tükürmek var. Onun vakti de mutlaka gelecektir.

-------------------

Goethe:

“Gerçeğin ne olduğunu bilmek bir başına yeterli değildir. Doğru olanı istemek ve yapmak da gereklidir.”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

12 Haziran 2013 Çarşamba

Zalimlerden zulümlerinin hesabı bir bir sorulacak


12 Haziran 2013, 12:03
Zalimlerden zulümlerinin hesabı bir bir sorulacak
Faşist sistem, halk ayaklanmasına karşı yalaka medyasına sağır, kör, dilsizi oynatmaktan, polisin eline çivili sopa vermeye dek sahtekârlık ve barbarlığın her türünü denedi. Hiçbir yöntem, teşhir olmasını, köşeye sıkışmasını, maskesinin düşmesini engelleyemedi. Sanmasın ki bu kadarla kalacak. Hem direniş günlerinde halkın evlatlarına karşı uyguladığı barbarlığın hem de iktidarı süresince ülkeye uyguladığı zulmün hesabını mutlaka verecek. Karanlık ellerce hazırlanmış sahte belgelerle insanları zindanlara doldurmaktan, direnen halka sıktığı gaza kadar. Yobazlık odağı AKP, aydınlık olan her şeye karşı kin ve intikam hırsıyla dolu. Şu hale bak: AKP'nin barbarlıkta sınır tanımayan polisi, TKP ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne yaptığı gaz bombalı baskında, kitaplığa saldırıyor, piyanoyu parçalıyor. Balerinin kalçasını, avukatın çenesini kırıyor. Barbarlıkların bedelini mutlaka ödeyecekler. Kanlı sermaye uşağı yobazlar sürüsü ‘bedeli’ dendiğinde hemen ‘parasal karşılığı’nı düşünür. Ama bizim bedel dediğimiz şey parayla karşılanabilecek kadar ucuz değildir. Ne olduğunu öderken anlayacaklar.

Diktatörlük heveslisi Başimam, halkı ‘helalci müminler’ ve ‘haramkâr kafirler’ diye saflara ayırdı. Öldürüp parçaladığı insanın ciğerlerini yiyen canavarın ‘işini’ haramdan saymıyor. Helal sayıp, daha çok ‘beslensin’ diye silahla donatıyor! Kan içen ÖSO’cu yamyama destek olan Başimam, üzümden yapılan şaraba ise “haram” fetvası verdi!

Tüm ülkeyi kapsayan Taksim Direnişi’nin zalimleri ve mazlumları var da fırsatçıları, fesatçıları yok mu? Zalimleri ve mazlumları malûm. Barbar polisinden yalaka medyasına, çivili sopalarla halka saldıran resmi yobaz sürüsünden, Soros beslemesi çömez liberallerine kadar dinci faşist dikta heveslisi iktidar ile doğası, kültür dokusu ve halkıyla ülkesinin gerçek sahibi olan halkın evlatları Taksim Direnişi’nde zalimler ve mazlumlar olarak saflaştı. Bu saflaşmada halkın evlatları ve bu ülkenin gerçek sahibi olan yurtseverler, insan haklarının bilincini taşıyan kesimler, dinci faşist barbarlığa karşı ülkemizin hayatına hiçbir zaman unutulmayacak olan kolektif bir kahramanlık destanı yazmıştır. Halk yanardağının ölümsüz ve sönümsüz olduğu gerçeği bir kez daha alevlenmiş, beklenmedik anda püsküreceği ve her türden halk düşmanlığını püskürteceğini insanlık düşmanı barbarlara bir kez daha gösterdi. Zalim pervasızca saldırdı, mazlum direndi, ayaklandı. Kimin ne olduğu açık. Fırsatçılar ve fesatçılar da. Yıllardır yurtsever devrimcilerin çabalarını, devrimci mücadeleyi ve halkı küçümseyen, “Bu dinozor solculuktan ve bu halktan bir bok olmaz, boşuna kürek çekmeyin” diye pasifizmin davulunu çalan, umutsuzluk pompalayanların ‘heyecanları’ görülmeye değer. ‘Yanılmışız’ demeyişleri mühim değil, yeter ki halkın direnişi karşısında heyecanlı olsunlar, şimdiden sonrasına bakalım.

Bir ayağı AKP nurculuğuyla flört ve “İslam bayrağı altında toplanma” hesaplarında, bir ayağı ‘halkların kardeşliği, demokrasi, barış’ söyleminde olanların, bu halk isyanına ilişkin, “Barış sürecine çomak sokmak isteyenler var” türü kem kümleri ise kendi adlarına hazin bir durumdur. Çünkü ya AKP’nin sistemini “dinci faşizm” diye niteleyen ve başkaldıran milyonlar yanılıyor ya da “halkların kardeşliği, barış, demokrasi’ adımlarının AKP ile atılacağını” söyleyenler. Bu direniş gösterdi ki, artık arası yok. Arası kem küm! Kanlı sermayenin en barbar saldırılarına hedef olmuş bir halkı temsil ettiğini düşünen kimi arkadaşlar ise ‘barış’ı bu zorba faşist diktanın getireceği tuzağına bel bağlama yanlışına yanmıyor da, tüm ülkede milyonlarca halk evladının faşist zulme karşı başlattığı direnişe hayıflanıyor! “AKP ile başlatılan işin yarım kalacağı kaygısı” bu kesimin halk ayaklanmasına desteğini, ‘ürkek ve tedbirli bir destek, yani sözde bir katılım’la sınırladı. Bu da AKP’ye nefes aldırdı. Oysa ki, hayat, sosyalist güçleri, sosyal demokratları ve Kürt halkını, yeni bir ufkun eşiğinde, bu kanlı karanlık diktaya karşı bir cephede güç birliğine çağırmıştı. Çok açık: örgütlü anti faşist cephesi halkların kalkanı, silahı, karakteridir.

Diktatörün ‘bildiğini okuması’ ve ‘esip gürlemesi’ne gelince, bu da onun karakteri!

____________________________

Arthur Miller:

“Kurbağayı koltuğa oturtsan o yine çamura atlar!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Haziran 2013 Salı

Diktatör ve piyonları


09 Haziran 2013, 12:49
Diktatör ve piyonları

Soldan devşirme ‘müzik kutuları’ ve ‘barış süreci akilleri’ tırsıdı! Halk, aydınlar, emekçiler, gençlik, yurtseverler, doğa sevdalıları, vicdan taşıyanlar, dikta bozuntusuna kitlesel direnişleriyle ‘oyun bozan’lık yaptı. Müzik kutularındaki ses şu an parazit, cızırtı! Libya’nın, Mısır’ın ‘bahar’cıları, Taksim Gezi’de baharatlaştı! Sırada buharlaşma var. Dinci faşizme yalakalığın kaçınılmaz yasası!

Bir ayağı ‘sol’da bir ayağı ‘sağ’da durmak artık mümkün değil; bir ayağı laisizmde bir ayağı dinde durmak da. Bir ayağı muhalefette bir ayağı iktidarda durmak artık mümkün değil, bir ayağı aydınlıkta bir ayağı karanlıkta durmak da. Çünkü bir o yana bir bu yana dengelenip ‘orta’lıkta dolanmanın ‘hoşluk vakti’ geçti. Ara açıldı, ortası yok, ortası uçurumun taşlık boşluğu. Toplumu uçuruma uçurmaksa liberallerin ‘kuştluğu’!


“İşin içinde ABD varsa, sonuç karanlıktır” diye düşünmek “solun saplantısı”ymış! On yıldır bu düdüğü üfleyip ABD taşeronu AKP’yi desteklediler. Yandaş gazeteci ve ‘siyaset uzmanı’ ekranda böyle buyurdu! ABD’nin Irak, Libya, Suriye’deki amacı “diktatörlüğe son vermek”miş! İnsanlar, programa katılanlardan birinin “Dünyada Sudan’dan Suudi Arabistan’a kadar, ‘çit sürüsü’ kadar diktatör varken neden Suriye?” diye sormasını bekledi. “Müzik kutuları” yıllarca ve programlarca farklı tonlarda aynı şarkıyı çaldı durdu. İşte ‘Kutu’ kırıldı! Piyonların haline bak...şaşkın, darmadağın! Dinci faşizmin kurumlaşma sürecini “İleri Demokrasi’ye geçiş”diye, Diktatör bozuntusunu, “Vesayete son veren demokrasi şövalyesi” diye sundular. Faşizme çanakçılık yaptılar. Üstelik de utanmadan sağa sola “darbeci” diye saldırarak. İşte salyaları yakalarında kurudu. Faşistlik üstlerinde kaldı. Ha direkt ha dolaylı, farkı ne, faşizme hizmet eden faşisttir! Bunların bir kısmı ise, sanki yıllardır AKP faşizmine çanakçılık yapan kendileri değilmiş gibi, ‘direnişçi’ kesiliverdi! Pespayeliğin bu derecesine ses ki pes!


Dinci faşist AKP ve padişahlık heveslisi diktatörüne piyonluk ve yavşaklığın medya ayağına gelince: dildeki tanımlar alçaklığın bu boyutunu tanımlamaya yeterli değil!


Piyonların diğer bölümünde ise başka panik hali var. Başimam’ın Başdanışman’ı “Tayyip Erdoğan’ı kimseye yedirmeyiz, onun imajını zedelemeye dönük bir girişim varsa buna da pabuç bırakmayız!” diyor. Beyaz Saray’da “Kubura süpürmeyin, kullanın!” diye efendilerine el açanların buradaki havasına bak! Ya, Meclis Başkanı’nın “İşi tadında bırakın!” çağrısı! Direniş dursun ki, “işleri tatlı tatlı” yürüsün! Bu ülkede sarin gazı depolayan El Kaide irtibatlı El Nusra’yı besleyen bu iktidar değil mi? Gidip Batı devletlerinden ÖSO adlı dinci faşist çeteler için “daha çok silah” isteyen bu iktidarın Kültür Bakanı değil mi? En sıradan insani haklarını için direnen milyonlarca halk evladına, yurtsevere “çapulcular” diyen, polisi en barbar yöntemlerle saldırtan bu iktidarın başı değil mi? “İşi tadında bırakın”mış!


“Alkole yasak, ÖSO’ya destek” gibi uygulamalar sayesinde, rakının haram, insan ciğeri yemenin helal olduğunu öğrendik! Türban sarmanın sevap, mini giymenin günah olduğunu da! Ve saymakla bitmez her tür yobazlık! İtirazı olana polis barbarlığı, zindan, zincir, biber gazı! “Kuran dinleyen fasulye daha çabuk olgunlaşır” inancı taşıyan İktidar, Anayasa’nın “Herkesin sağlıklı ve dengeli yaşam hakkı ve devletin gençleri kötü alışkanlıklar ve cehaletten koruma”dan söz eden maddelerini, derelere HES, alkole yasak, hafıza fes diye yorumladı! ‘GDO’lu gıdalar yasaklanmalı diye yorumlayacak değildi ya! Kurdun sevdiği dumanlı hava, Başimam’ınki imanlı toplum, ‘avlanmak’ için! Bu iktidardan halk düşmanlığı ve zulümden başka ne beklenir! İktidarbaşı’ndan akıl bekliyorsan, düzeyi cehalet; sağduyu bekliyorsan, karakteri despotizm; saygı bekliyorsan inancı yobazlık! Tek çare var, o da: kurtulmak.

_______________________________________

Victor Hugo

“Hiçbir ordu, zamanı gelmiş bir düşünceye karşı koyamaz!”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Dinci faşist diktacılar defolup gidecektir


05 Haziran 2013, 12:43
Dinci faşist diktacılar defolup gidecektir
Artık Taksim’den geriye dönüş yok. Bu ülkenin gerçek sahipleri, yurtseverler, halkın evlatları direniş kanatlarını açmaya başlamıştır. Doğası, kültür dokusu, emekçisi ile ülkesini, halkını seven Türkiye insanının elleri, Türkiye düşmanı ve emperyalizmin kapıkulu, soygun ve savaş taşeronu nurcu faşist iktidarın yakasında. Halkı gazla boğacağını sanan zalimler sürüsü kendi zulümlerinde boğulacak.

Sandı ki, “İstediğim her şeyi yapmaya muktedirim, astığım astık, kestiğim kestik! Halk dediğin ahali, o da benim emrimde! Yalanıma yalan diyecek daha anasından doğmadı! Herkes, ‘Padişahım çok yaşa!’ diye karşımda secdeye eğilecek!” Her zalim gibi onun da hesap edemediği halkın adaletiydi. Öyle bir anı var ki o adaletin, zorbayı onun elinden ne polisinin vahşeti, ne ordusunun dehşeti, ne sermayenin haşmeti; ne devşirme yalakaları, ne besleme medyası kurtarabilir. Hayatın adaleti kesin: Halkı küçümseyen yalakalar gelen güne şaşacak! Çünkü zorba sara nöbetleriyle titreyerek düşecek!

Bu zalimler mi ‘ileri demokrat’? Bu polis mi halkı koruyacak? Bu saldırganlar mı barış yanlısı? Bu ‘akiller’ mi ‘gözyaşına’ derman olacak? Tek çaremiz kalmıştır: ‘Barış, demokrasi, kardeşlik’ söylemleriyle, kanlı savaşın, faşist zorbalığın, hayata düşmanlığın temsilcisi bu sistemi erketeleriyle birlikte bu ülkeden süpürmek! Sandılar ki ormanımız, deremiz, emeğimiz, ufkumuz, yüreğimiz yozluğun, yobazlığın, dinci faşist barbarlığın ellerinde kalacak! O kanlı, o kara ellerden kurtulmak için direnmenin vakti gelecekti.

Taksim’de çakan kıvılcımı bir ucundan bir ucuna ükeye sıçratanlar, kim bilir belki de ‘terörist marjinaller’dir! ‘İleri demokrasi’yi, ‘barış süreci’ni, ‘ekonomideki refah’ı bozmak için ‘çomak sokan bir avuç marjinal’in arkasında kim bilir belki de Esad vardır! Böylesi açıklamalarla, alçaklığı bu boyuta taşımaları da şaşırtıcı değil! Çünkü faşizme karşı dalga dalga yükseliş nasıl ki halk direnişinin doğasında varsa, çirkefleşmenin derinleşmesi de alçaklığın doğasında var! Çirkefleşme dinci faşizm ve çanakçılarının nasırlaşmış karakteridir. Kökünden söküp atmaktan başka kurtuluşu olmayan.

İktidarın sözcüsü medyadaki yalakalar bir de utanmadan “dünyaya rezil olmaktan” dem vuruyor! Oysa bütün dünya, ülkesinin geleceğinden kaygılanan çağdaş insanların direniş ruhu karşında saygı duydu. Rezil olan ülkesine sahip çıkan direnişçiler değil, dinci faşist iktidar ve onun barbarlıkta sınır tanımayan polisidir. Gerçek yüzleri rezillikten de öte: Dikta hevesi, barbarlık, softalık, halk düşmanlığı.


Hesabını ‘ahrette’ verecekmiş! Her türlü kanlı, karanlık işi çevir sonra tüy! Yok öyle yağma! Önce bu dünya! Zulme, barbarlığa, yobazlığa, yağmaya hedef kıldığın halka hesap vereceksin! ‘Öbür dünya’da ‘Hak’kın sana hesap sorar ya da sormaz, o takdir O’nun! Belki ‘Cennet’in Camlıca Tepesi’nde ağırlar! Gazdan uzak, püfür püfür! ‘Hak’kı bilmem ama halkın takdiri açık: senden bu dünyada hesap soracak. Hem de ‘Gezi Parkı’nda! İşte, Taksim’deki dikleniş vurdu tekmesini böğrüne zulmün! Dahası var: Bütün alanlar Taksim olacak! Ve sen, hayata ve halka düşman bütün zalimler gibi defolup gideceksin!

Yeter ki halk, bu yurdun gerçek sahipleri kendi ufkunda özgürce süzülmek için açsın kanatlarını! Tüm ülkeye yayılan Taksim Direnişi onun görüntüsüdür. Türkiye’ye kutlu olsun.

_______________________________________________

Andrè Gide:

“Açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez!”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

2 Haziran 2013 Pazar

“Özgürlük var”mış!


02 Haziran 2013, 11:48
“Özgürlük var”mış!
Sistem kürekçisi ebleh liberalin dediğine bak: “Herkes her istediğini yazabiliyor, konuşabiliyor”muş; “Özgürlük var”mış! Yobazlığın yaygınlaştırılmasına, gerici yapılanmaya, dinci nurcu faşizmin kurumlaşmasına özgürlük olduğu açık. Hem de sınırsız! İşin bu yanı, sistemin çanağından yemlenmiş, kanlı sermaye düzeninin erketesi liberali doğruluyor. Sansüre, yağmaya, sahte suç delili üretmeye, yalana, sahtekârlığa özgürlük sınırsız. Nelerin özgür olduğunu bilmeyen yok. Sokaktaki çocuğa sor, seni “Memlekette sahtekârlıktan çok ne var!” diye yanıtlar. Peki, failleri hakkında açılmış dava, verilmiş mahkûmiyet olduğunu duyan var mı? Demek ki özgürlükleri sınırsız! Ebleh haklı!

Özgürlük, polisin biber gazına, devrimci kuruluşlara yönelik kara hava operasyonlarına, şeriatçı katilleri koruyup kollamaya, doğanın, kentin dokusunu savunanlara zorbaca saldırmaya, dinci yobaz çeteleri silahlandırmaya, emperyalizme savaş taşeronluğu yapmaya var. Bu konularda muhalefet yüzlerce soru önergesi verdi. Herhangi biri kabul edilip araştırılmış mı? Ya da herhangi birini herhangi bir savcı suç duyurusu saymış mı? Olmadığına göre ebleh haklı, özgürlükleri sınırsız!

Mavi Deniz Feneri türü çeteleşip dolandırmaktan, ihale sahteciliğinden, devlet malını yağmadan, yandaş yobazı kayırmadan, hortumculuktan haklarında sayısız suçlama yapıldığı halde, göstermelik bir iki soruşturma dışında ceza yiyen bir AKP’li var mı? Tümü beraat! Yani özgür. Ebleh haklı!

İnsanlara, özellikle de aydın, laisizmi savunan, devrimci ve demokrat insanlara her türlü iftiraya özgürlük sınırsız. Hukuk anlayışının tümden karardığı Silivri ortada. Yalancı tanık, sahte belge hangi dönemde bu derece özgür ve itibarlı oldu? Ebleh haklı! Vakti zamanında, Yılmaz Güney’in Yumurtalık olayında, yeğeni mahkemede “Hakimi vuran benim!” demiş, “Yalan beyan”dan anında iki buçuk seneye mahkûm edilmişti. Üstelik ‘yalancılığı’ masumane fedakârlık duygusuna dayalıydı. Şimdi yalancı tanık bizzat resmi üretim. Hem de sürüsüne bereket. Devlet güvenceli, itibarlı. Eh, ebleh haklı!

“Herkes her istediğini yazabiliyor”muş! “Herkes” ten kasıt, dinci yobaz, nurcu faşist ise ebleh haklı, o kesim sınırsız özgürlüğe sahip. Hadi birisi de çıksın, “Ateistim” diye düşüncesini savunmaya başlasın, daha ikinci cümlesinde savcı “Halkın inançlarına” diye yakasına yapışır! “Özgür”müşüz! Hadi oradan! Üniversiteli öğrencilerden barolara, sağlıkçılardan eğitimcilere, bilim adamlarından sanatçılara, hakkını arayan emekçiden doğa savunucularına dek, “özgürlük” diye sokağa çıkana devlet güçlerinin tavrı ortada. “İsteyen istediğini yazıyor” muş! İyi de sonuç ne? Sen zalimi, zulmü, alçaklığı, yalanı teşhir etmişsin ama onlar bildiğini okumayı sürdürüyor! Hem de ekranlarda sırıtarak! “Özgürlük”müş! İşkenceyi teşhir ediyoruz da, sonuç ne? İşkenceci terfi ediyor. Doğru,  Hrant’ın katli, Roboski katliamı hakkında söylenmedik söz kalmadı. Sonuç: Suçlular terfi etti! Özgürlük buysa ebleh haklı!

İşini doğru yapmaya çalışan yargıcı, savcıyı, doktoru, öğretmeni, rektörü sürmede özgürlük sınırsız. İnsanlığın bin yıllık kültürüne, çağdaşlığa, uygarlığa, bilime her türlü ‘sansür özgürlüğü’ sınırsız. Tamam, işte bunu yazıyoruz. Ama sonuç? Musa heykelinin cinsel organını, bin yıllık mermer heykelin göğsünü buzlamaktan, aydını, sanatçıyı, devrimciyi izlemekten vaz mı geçtiler? “Özgürlük var”mış! Doğru, sisteme muhalif olanın evine, gittiği otele, bürosuna kamera yerleştirme, telefonlarını izleme, gözdağı, şantaj, iftira özgürlüğü sınırsız. Uygarlığa, çağdaşlığa duydukları intikam hırsıyla, hukuk ve insanlık ölçüleri tanımaksızın ölümcül hasta Profesör Fatih Hilmioğlu gibi büyük bir değeri zindanda çürütme  özgürlüğü sınırsız. Ebleh haklı! Ben bu düzende adaletin olmadığını, nurcu faşist yapının Fatih Hilmioğlu’nun şahsında aydınlık olan her şeye intikam hırsıyla ölüm kustuğunu söyleyebilme ‘özgürlüğüne’ sahibim, nurcu faşist sistemse adaleti istediği gibi yok etme, öldürme ve suç işleme özgürlüğüne sahip! Benim özgürlüğüm ‘kelle koltukta bir özgürlük’, sisteminki ise iktidar koltuğunda! Eblehin anlamadığı bu, ya da anlayıp da çıkarı gereği anlamazdan geldiği!


Voltaire:

“Özgürlük adaletten başka bir şey değildir!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..