30 Aralık 2012 Pazar

“Keşke”li yeni yıl dilekleri


30 Aralık 2012
“Keşke”li yeni yıl dilekleri
Giden yılda, İktidarbaşı ‘Yumurta atan öğrencilerin arkasında örgüt var!’ diye bağırıyordu. Dinlerken benim de ‘Keşke!’ diye bağırasım geldi! “Yumurta atanların arkasında örgüt var” diyor da, kendisine her gittiği yerde çiçek atan öğrencilerin arkası boş mu? Fıkrada, ‘Temel doping yapmış, ama anlaşılmasın diye yavaş koşmuş!’ diye anlatılır. Maşallah İktidarbaşı’nın ‘dopingli hâli’ ayan beyan: Kendine çiçek atanlara “Siz neden yumurta atmıyorsunuz?” diye soruyor! Onlar karşılamacı. Arkalarındakcemaatçe gül ve gülsuyuyla teçhizatlandırılmaları doğal. Bizimkiler kovalamacı. Bu yıl, elleri yumurtalı da olsa arkaları boş geçti. Dilerim yeni yılda boş kalmaz. İçişleri Bakanı’ysa, polisin vahşice saldırdığı her olaydan sonra, “Polis öğrencileri değil, öğrenciler polisi dövdü!” dedi durdu. Şu gelecek hissine, şu öngörüye bak! İçimden ona da ‘Keşke!’ diyesim geldi.

Telefonda bu duygumu anlattığım arkadaşım, “Aman dikkat et, dinleniyor olabiliriz!” diye uyardı. Ağzıma takılmış bir kere, yine “Keşke!” diye söylendim. Yağdırdığım lânetin bana verdiği keyfi görmüş olsaydı, telefonun kaşifi Graham Bell şaşırırdı! Duyma özürlü annesi ve eşinin mâsumane sessizliğine çare ararken telefona ulaşan Bell, telefonun ‘izleme aygıtı’ olacağını düşünmüş olsa, ona da bir çare arar mıydı acaba? O iş de bize kaldı! İki kişinin arasına sinsice giren 3. şahsı karanlık ininde kıstırıp darbeleme işi! Keşke şimdiye kadar yapılmış olsaydı! Bu yıl geçti artık; ‘keşke’li dileğim yeni yıla!

Şimdi “Aaa ne dedin ne?” diye ‘darbe’ sözüne takılmayın. Geçtiğimiz yıl darbe izini yer üstünde, yeraltında, gazeteci evinde, hastane girişinde, kaset içinde, leptop tuşunda, hela taşında, şarkı sözünde, sevda yarasında, kitap arasında o kadar aradılar ki dilimize pelesenk oldu! Üstelik, “Aaa!” şaşkınlığı, böyle sıradanlaşmış durumlarda gösterilmeyecek kadar önemlidir. Kara da olsa, başımızda “Ak” ile başlayan bir parti var. Âdemoğlu Amentü’yle Avuç Açıp, gökten topladığı Ahiret mayasını ‘Amin!’ diye alnına çalmıyor mu? (Gerçi benim ona da ‘Keşke tutsa!’ diyesim gelir.) Kutsal kitap yorumcusu ulemanın “Ahiret tarlası” diye zikrettiği dünyamızda ‘zorunlu din ezberi’ hocası, elinde değnek , Aferin’le Azar arasında dolanmaz mı? Bütün kıta adları boşuna mı “A” ile başlar? Sanırım benim Ayaklanma tutkum da “A” sından geliyor! Tamam, darbe kötü ve bu konuda ‘toplumsal mutabakat’ sağlandı! Peki, halkın zulme karşı ayaklanması? ‘Ayrıntı’yı değil ‘Asıl’ı soruyorum: iyi mi kötü mü? ‘Kötüdür, o da darbe sayılır’ diyenle ne konuşayım? Bırakın şimdi “A” nın altında “D” izi aramayı! Yeni bir yılın dileğinden söz ediyorum. Yani: ‘Ampül’ün, Amentü’nün, Amin’in şükredip secdeye çağıran ‘A’sından değil, Ateşin, Aklın, Âsiliğin diklenip zalimle hesaplaşmaya çağıran ‘Alfabe’sinden. Yeni yıl için ülkeme ve dostlarıma bu duyguyla dilek sunmaya hakkım yok mu?

Bir bu soru olsa iyi! Kafam yanıtını arayan sorularla karmakarış. İşte birkaçı: Ekmeğine yağ sürdüğün iktidara karşı ekmek kavgası verilir mi? Hadi, yılgınlığın dokunulmazlığı var, hainliğin de var mı? İnsanın güvenmediği şeye inanması mümkün mü?… Soruları sürdürsem sonu gelmez. ‘Hayır dememek için kafasız olmak gerekir!’ diye düşünseniz de, bu ve benzeri sorulara toplumumuz toptan “Evet” çekmedi mi? Bütün köşe başlarında, ‘dokunaklı’ yılgınlıktan ‘dokunulmaz’ hainliğe terfi etmişlerin saltanatı yok mu? Geçtiğimiz yıl vatandaşın kafası böyle çalıştı! Hamamböceği 9 gün kafasız yaşayabilirmiş! Ölümüyse, kafasızlığından değil, açlığından olurmuş! Örnek alınacak hâl değil! Keşke insan, insan olduğunun farkında olsa! Dilerim insan aklı ve zekâsı kazanır. Yeni yılda...



Kaybeden insanlık düşmanlığı, kazanan insani özlemlerimiz olsun! Keşke…yeni yılda!

_____________________________________________________

Dörtlük

İnsanı ufkuna ulaştıran özlemleridir

Boğulur özlem duymayan insan tekdüzelikte

Özlemlerin bir yanı sessiz bir yanı gürültülü

Özlemiyle yarışmayan körelir kölelikte

29 Aralık 2012 Cumartesi

NİHAT BEHRAM

Çiçeğinde yeni yeni kamaşan zerdalisi ömrümün,
gülüşünde çekirdeği sertleşmemiş ilk çağlam,
kızım benim, nazım benim,
gurbetelde sazım benim,
yalazlanmış can tanem,
körpe dalım bir tanem..

Sisini gözlerimin, içimdeki dumanı
seziverdin de sanki
acılandın uykunda,
sızlandın huysuzlandın..

Dudakların kurumuş, ter içindesin yavrum!
Kolsuz kanatsız kalmış
geceden beri başucundayım..
Çırpınarak anlamını arayan binlerce sözcük
kabukları koparılmış yaralar gibi
uğulduyor beynimde..

itiraf etmeliyim ki yavrum
çekip gitse de bir bir
ekmeğe, özgürlüğe, insanlık ve hayata dair
içimi dişleyen düşünceler,
senin bir gülücüğün şimdi
yaşamam için bana yeter.

Geceden beri başucundayım..
İşte, sabaha dayandı gün!
Aşsız, işsiz, kuruşsuz
bir ıssız bayırdayım.

Bebeğim, canımın kıvırcığı,
boranda fırtınada sürgün vermiş tomurcuk,
üzüm tanem, nar tanem,
acar yanım, bir tanem..

Kim kime, dum duma bir tufandayız;
günlerin ağzında kara bir gül
dikenleri tenimize dayanmış;
ürkütülmüş, sarılmış, acıyla sınanmışız..

İnim inim uykunda nasıl da yalnız
yanıyor yüzün yavrum,
yüreciğin kaşlarında tütüyor,
ellerin avcumda iki ateş damlası,
tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz,
kendi kollarımızdan başka
saranımız yok bizim..

Yazım benim, güzüm benim,
yemin olmuş sözüm benim;
sana kuş bulmalıyım
sana düş bulmalıyım
gidip iş bulmalıyım..

Koynunda çırpınırken böyle çaresiz
kahrınla tanıştırdın bizi ey hayat
zehrinle tanıştırdın;
alışılmaz bildiğimiz nefrete alıştırdın!

Onurumuz:
senin için sakladığım tek servetim bu yavrum;
süt olmaz, aş olmaz, iş olmaz onurumuz..
sızım benim, gizim benim,
gurbetelde izim benim;
ateş almış taş altında kalmışız,
gün olur hesabını sorarız elbet.

NİHAT BEHRAM

26 Aralık 2012 Çarşamba

Suça iştirak


26 Aralık 2012
Suça iştirak
Hukukun işleyeceği ve adil sonuç çıkacağına inansam, hiç durmaz, sorumlu emniyet birimleri hakkında dava açardım. Açmakla kalmaz ibret-i âlem için sorumlu emniyet birimlerini dünyaya teşhir ederdim. Düşünmüyor da değilim. İşin suyu çıktı! Bu nasıl iş ve kaçıncı kez tekrarlanıyor? “Darağacında Üç Fidan” ve “ Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit” adlı kitaplarımdan söz ediyorum. İşte yine, evleri basılıp gözaltına alınan ODTÜ’lü gençlere “suç delili” olarak bu kitaplar gösterildi. Hukuk anlayışına bak! Bu kitaplar bütün kitapevlerinde serbestçe satılıyor. “Suç delili”ymiş! Demek ki suçluyum!  Bu kitapları “suç delili” sayan polis, savcı gelip yakama yapışsa ya!

Sabah sabah telefonum çaldı, gazeteden arayan muhabirle aramızda geçen konuşmaya ilişkin düştüğüm not  aynen şu: “Sizi suç delili saymışlar!” diye başladı sorusuna muhabir, polis baskınında ODTÜ’lü gençlerin evlerinde bulunan kitabımdan kasıtla! Rüzgârda uğuldayan ateşle yanıtladım: “Suç delili değil, suçluya karşı direnen gençlerin omuzdaşıyım!”

AB Başmüzakerecisi Bakan, Guardian Gazetesi’nde, “AB,  Türkiye olmadan tamamlanamayacak büyük bir barış projesidir!” demiş. Dese ya: “Bizim polisimiz evleri bastığında bulduğu kitabı ‘suç delili’ gösterir; cezaevleri kitap ve CHE fotoğrafı gibi ‘suç delilleri’yle yatan üniversiteliyle dolu!”

Ben bu kitapları 70’li yıllarda yazdım. Faşist darbeler süresince 20 yıl yasak kaldılar. Yüzlerce yıl ceza istemiyle yargılandım. Ama beraat ettim ve kitaplarım, içlerinde mahkemelerce verilmiş beraat kararıyla, yıllardır kitapevlerinde satılıyor. Ama demek ki, “Darbelerle hesaplaşıyoruz!” diyen sistemin de, önceki darbelerden farkı yok. Başka açıklaması var mı? Dön dur aynı nokta: Faşizm.

Kitaplarımın beraatından sonra defalarca gözaltına alındım. En son, kaldığım otelde, gece yarısı gözaltına aldılar. Sonraki gün karşısına çıkarıldığım savcı, “Bu insanı neden gözaltına aldınız, bu kitaplar serbest!” diye polisleri azarladı. Bana da, havaalanları ve polise hitaben üstünde aynen, “Şahıs hakkındaki tahdit ve fişlerin kaldırılması, aksine sebebiyet veren görevli şahıslar hakkında görevi kötüye kullanmaktan soruşturma açılacağı” ibaresi olan bir yazı verip, “Bunu sürekli yanında taşı!” dedi. Cebimde bu yazıyla savcılıktan çıkarken kapıda gözaltına almak için yine polis bekliyordu!

Polis, evinde, çantasında Deniz’in, Mahir’in, İbo’nun fotoğrafı ya da kitabı çıktı diye gençleri  gözaltına almaktan, kitabı “suç delili” saymaktan bıkmadı. “Silahlı baklava gaspı” suçlamasıyla bu ülkede çocuklar 16 sene ceza yedi. Ben de, “Özgürlük gaspından” devlete dava açtım. İki yıl sonra mahkeme, “Hukuki dayanaktan yoksun olarak gözaltında tutulduğum” için “11 lira 67 kuruş tazminat ödenmesine” karar verdi. Tuttum, “Silahlı Özgürlük Gaspı, özgürlük baklavadan değersiz” diye bir yazı yazdım; bu kez benim hakkımda 20 bin liralık tazminat davası açıldı! İşte “İleri Demokrasi”!

Hani Başbakan “Durmak yok!” diyor ya! Durmuyorlar! Daha geçen hafta, EMEP Dersim İl Örgütü “Deniz’i andıkları için haklarında açılan davadan beraat etti ve Yargıtay bu kararı onadı”. Ama Emniyet berdevam! ODTÜ’lü gençlerin evlerinde bulunan “Darağacında Üç Fidan” ve Deniz fotoğraflarını “suç delili” saydılar! Adana’da, sahnede şiir okuyorum, önüme bir kağıt koyuyorlar, üstünde “Girişte polisler kitabınıza yasak diye el koydu!” yazıyor. Mail geliyor, Diyarbakır’dan kitapçı, “Polis kitabınızın yasak olduğunu söylüyor, acele beraat kararını yollayın!” diyor. Yetti artık, yetti ki ne yetti!


Fotoğrafından korktukları CHE sadece Küba’nın değil, insanlığın kahramanlık simgesidir. Hayatlarından korktukları Denizler halkın gerçek evlatlarıdır. Bunu söylemek suçsa, iştirakçisiyim!



Nâzım Hikmet: “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu!”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/suca-istirak-makale,2945.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

23 Aralık 2012 Pazar

“Karanlık Zamanlarda”




23 Aralık 2012
“Karanlık Zamanlarda”
Ayağına basılan bağırıyor. Toplum katları bağırma sırasına girdi. Bari sırası gelen, “sıramı savdım” deyip susmasa. “Toplu bağırmanın önemi”ni anlatmaktan sosyalistlerin dilleri kurudu.  Acı olansa, biri bağırırken, diğeri, daha kendisine sıra gelmediği için, sessiz kalıp, bağıranı yalnız bırakıyor. Sıranın kendisine de geleceğini hesap etmeden.

Profesör etiketli bir şahsiyet çıkıp, Neşet Ertaş ayarında bir halk sanatçısına “Türkülerinde yasaklanması gereken ahlak dışı sözler var!” dese; vekil, bakan, başbakan etiketli bir şahsiyet çıkıp, dünyaca ünlü müzisyene “Kerhane çocuğu!”, seçkin bir yazara “Lâğım ağızlı!”, heykelciye “Ucubeci!”, tiyatrocuya “Sen kimsin?” ; bilim adamına “Borazan!”, halka, “Ananı da al git!” falan dese, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Sudan falan hariç, dünyanın herhangi bir ülkesinde yer yerinden oynar.

 Sırası gelmeyene soruyorsun, en fazla, “Normal, bunlardan her davranış beklenir!” deyip geçiyor. Elektrik kesilmesi gibi, ahlâk kesilmesini de kanıksamış, baskıyı ve zulmü de.

"Olimpiyat ateşinin anavatanı” derken, Yunanistan Olimpos Dağı ile Antalya’nın Olimpos sitelerindeki metan gazını birbirine karıştıran cahil Spor Bakanı, kendisine “Müdürüm!” diyen genç bayan öğretmeni “Bakanla müdürü karıştırırsan sen müdür olamazsın!” diye alaya alıyor!  Vali, kendine sığınan şiddet mağduru kadını, “En fazla ölürsün!” diye başından savıyor. Televizyonda şarkıcının omzunu şalla kapatıyorlar; dünyaca ünlü çizgi filme, “tanrı duygusu eksik” cezası kesiliyor; Başbakan’ın gittiği üniversitede polis terör estiriyor... gericiliğin, yobazlığın, şiddetin, zorbalığın maya tutmadığı alan kalmadı. Ressam, aktör, hukukçu, bilim insanı, doktor, öğrenci, doğa bilimci, kadın hakları savunucusu, öğretmen, işçi, sendikacı, yayıncı, gazeteci, Alevi, Kürt, Ermeni, Ezidi, Süryani, müzisyen, sporcu... hakaret, baskı hedefi olmayan kim kaldı? Yunus Emre bile sansür saldırısının hedefi!


İktidara ve gerici terörün kurumlaşmasına çanak tutanların bir kısmı gelinen bu noktada,  hâlâ, “Ne var bunda?” pişkinliği içinde. Bir kısmı, “Sistem iyi de, bozukluğun kaynağı Tayyip!” diyerek hem zevahiri kurtarma  hem çanak tutuculuklarını sürdürme hesabında. Bir kısmı, “Önce iyiydi, şimdi kötü; iyiye iyi kötüye kötü !” diye “çevir yanmasın” cılık yapıyor! Kimisi de ikili görüşmelerde bize, “Siz haklı çıktınız!” diyor da, “Şu sözü halka da açıkla, bir yararın olsun!” dendiğinde kıvırıyor. Kıvırmakla kalsa iyi, pişkinliğe vurup, bu kez de muhalif yayınlarda kendine yer arıyor!

Bunların tümü, hele ki ilk beş yıl, AKP diye yatıp AKP diye kalktı! Yazdı da yazdılar, konuştu da konuştular! Sunulan olanakları bölüştü de bölüştüler; davetlerden davetlere  koşuştular. AKP için  tutuştular. Belediyelerinde dinletiler, şaşaalı yurtdışı gezileri, yüksek bütçeli projelerle AKP soldan döküntü liberalleri besledi de besledi. Beslendikçe azdılar. Gerçeği gördüğü halde susanlarsa işte bu azgınlığın örtüsü oldu. Onun için susan da azan gibi suçludur. Hele ki, varlık nedeni suskunluğu hiç kaldırmaz olanın suskunluğu. İlkin şairler, sanatçılar, aydınlar. Susmak en çok onlarda sırıtır. Bağırmak en çok onlara yakışır. Bakın: susan, pısan, hele ki Zaman’e olanlar nasıl mızmız, nasıl kısır, eciş bücüş. Hem susacaksın hem şair olacaksın! Yani susuz dere gibi, mümkün mü? Bertold Brecht’in “Karanlık Zamanlarda” adlı ölümsüz bir şiiri var. Uğul uğul, çağıl çağıl akan. Tam da bu duyguyu anlatır:


“Demeyecekler: Ceviz ağacının rüzgârda sallandığı sıralardı /Ama diyecekler: Badanacı’nın emekçileri ezdiği sıralardı. // Demeyecekler: Çocuğun yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralardı / Ama diyecekler: Büyük savaşların hazırlandığı sıralardı. // Demeyecekler: Kadının odaya girdiği sıralardı / Ama diyecekler: Tüm güçlerin emekçilere karşı birleştiği sıralardı. // Demeyecekler: Karanlıktı o sıralarda günler, geceler / Ama diyecekler: Bu ülkenin şairleri neden sessizdiler? ”


Çin Atasözü:
“Bir yerlere küçük insanların büyük gölgeleri düşüyorsa orada güneş batıyor demektir!”

20 Aralık 2012 Perşembe

AKP Anadolu kültürüne düşmanlığı simgeliyor


19 Aralık 2012
AKP Anadolu kültürüne düşmanlığı simgeliyor
Siz, üstünde Arapça harflerle “İleri Demokrasi” yazan yeşil örtüyü kaldırınca şapkadan “insan hakları, eşitlik, özgürlük, komşularla sıfır sorun, bütün inançlara eşit uzaklık” falan mı çıkacak sanıyordunuz? Lenin dönemi Sovyetlerinde “Sihirbazların gösterilerinden sonra hileyi seyirciye açıklama zorunluluğu” vardı. Obama dönemi dünyada, sihirbazın, “soldan devşirme” inandırıcı liberal yardımcıları var. Şapkadan zehir de çıksa, “bal” dediyse baldır,  kanacaksın!

Bu daha işin başı. Hele zaman biraz geçsin, “sağım solum, önüm arkam” sobe deyip gözünü açtığında, bakalım aradığını bulacak mısın?
Karacaoğlan mı? Vay vay vay vay!  Sevdalısının perçemine tapan, saç telini gül memeler üstüne döken, Torosların insanlığa sunduğu, o erotizmin en derin ozanı, kim bilir hangi cehennemde cayır cayır yanmaktadır. Adının sadece “kara”sı çarşaf boyası diye saklanır, gerisi yasaklanır.


Dadaloğlu mu? Pöh pöh pöh pöh! “Ferman padişahın dağlar bizimdir!” diyen teröristin, baş eğmezin, ferman dinlemezin atası, bugüne dek geldiğine dua etsin! Köroğlu, Pir Sultan, Nesimi, Mahsuni, hepsi aynı soyun sopu: paye kabul etmez, padişah tanımaz, diz çöküp el öpmez...yani katli vacip!


Anadolu Aleviliği mi? Oy oy oy oy! “Hararet nardadır, sac'da değildir / Keramet baştadır, taç'da değildir / Her ne arar isen, kendinde ara / Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir” diyen; “Benim Kâbem insandır” diyen Hacı Bektaş Veli değil mi? Hem bunları söyleyeni kendine rehber alacaksın hem de şeriatçının düzeninde kalacaksın! Geç!


Hayyam mı? Faz faz faz faz! Yani Fazıl’a sorun!
Karadeniz türküleri mi, Neyzen mi, Nasrettin mi, Nâzım mı, Tevfik Fikret mi, Bedrettin mi? Uy uy uy uy! Açık saçıklık onlarda, dinsiz imansızlık onlarda, maneviyat ve mukaddesat tanımazlık onlarda, yönetenle alay,  gırgır, dalga geçmek onlarda. Yaban hayvan yavrusu değiller ki, sopayla mopayla eğitesin; 5 yaşında çocuk değiller ki imam hatipte büyütesin; liboş değiller ki ekrana salıp Zaman’e kılasın! Unutturmaktan başka silgisi yok onlardan kurtulmanın!


Hele bir Maneviyat Bakanlığı kurulsun; heykele, resme, tiyatroya, bilime, müziğe manevi dizayn verme yolunda muhafazakâr sanatın suları durulsun. Kimin dili, kimin önü, kimin boynu kesilecek iyice belirsin. “Bütün inanç ve kültürlere eşit uzaklık”mış! “Komşularla sıfır sorun” diyen de onlar değil mi? Yalan, sihirbazın silahıdır! Ne var bunda? Mor Gabriel’in arazisi boşuna mı gasp edildi; Ezidiler’e “nefret söylemleri” boşuna mı? Gerekirse kürsüde Erdal için ağlanır! Önemli olan zindanlarda kaç Erdal var? Dön bak, göstergesi zindanlar! Sihirbaz “Zehirbazım!” der mi? İşin raconu bu: göz boyama!

Oyun havalı düğün şölenleri, kadın erkek kol kola halay mı? Of of of of! Alay mı ediyorsunuz? Adamlar “şeriat” diyor, siz hâlâ “kadın erkek karışık halaya kalkalım”dasınız!  Bu, onlarla alaydan başka nedir? Onların türbanı, çarşafı “kadını ötekileşmekten kurtarma,  insan haklarına kavuşturma” diye sunmalarına ne bakıyorsunuz. Şeriatın egemen olduğu öyle bir yer mi var, yani kadınla erkeğin kol kola halay çektiği? Kör müsünüz, siyasi toplantılar bile harem-selamlık artık!

Anadolu değişecek de Katar,  Kuveyt, Bahreyn olacaksa bilmem ama kendi özüyle kalacaksa AKP’den kurtulması şart. Ne kadar tez kurtulursa o kadar az kayıpla!

Goethe:
“Atalarından sana kalanı hak etmeye bak, yoksa senin olmazlar!”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/akp-anadolu-kulturune-dusmanligi-simgeliyor-makale,2874.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

16 Aralık 2012 Pazar

“Pamuk faşizmi”nin orantısı


16 Aralık 2012
“Pamuk faşizmi”nin orantısı
‘Orantısı’ dedim ama aslında orantısı yok. Ne, mesleğine bakıp “romanla sınırlı” denebilir, ne ülkesine bakıp “Türkiye ile sınırlı”. Hem her konuda konuşan biri hem dünyaca ünlü. Yani “orantısız”!
İnsanlar birbirine, kimi davranışları için “Faşistlik yapma!” der de, birisine “faşist olduğunu” söyleyin , itiraz gelir. Neden? Çünkü faşizmin bir hükümet tarzı; faşistin de, bir faşist örgüt militanı olması gerektiği sanılır. Oysa ki  gündelik yaşamda, sıradan ilişkilerde bile faşistlik vardır. Bir insanın faşistliği,  davranışının faşizanlığı için, illâki o kişinin faşist örgüt üyesi olması gerekmez. Birkaç yıl önce Haydar Ergülen’in bir yazısını okumuştum.  Enfes bir yazıydı. Üstelik, “Hepimizde faşistlik var!” diye kendiyle de hesaplaşıyordu. Haydar’a o yazıyı yazdıran olay, o günlerde FB’li taraftarın BJK Teknik Direktörü için açtıkları “Rıza Efendi, iki ekmek bir süt!” pankartıydı. Haydar, bu slogandaki, faşistliğin özellikleri olan “kendini üstün görme, diğerini aşağılama” noktasını vurguluyordu. İki önemli söze atıf yapmıştı: Thomas Mann’ın “Faşizm bir ideoloji değil, bir kötülüktür!” sözü ile İngeborg Bachmann’ın “Faşizm iki insan arasında başlar!” sözü. Bir arkadaşım, Pamuk’un Köln’deki imza gününde, son kitabıyla değil de, elindeki eski bir kitabıyla imzaya gelen okurunu herkesin içinde azarladığını, kitabı imzalamadığını anlatmıştı. Bu şahsın bu davranışını, psikologlar kadar siyasetçilerin de yorumlaması yanlış mı olur?
Faşizmle ilgili en özlü tanımlamalardan  biri  Lenin’in “Faşizm çürümekte olan kapitalizmdir!” ikincisi de Troçki’nin, “Faşizm kapitalist reaksiyondan başka bir şey değildir!” sözüdür.  Scumann, “Limitsiz ve frensiz bir özgürlük düşleyen, faşizmin tohumlarını kendinde taşır. Antifaşist olduğunu haykırsa bile!”; Sartre, “Faşizm kurbanlarının sayısıyla değil, onları öldürme yoluyla tanımlanır!” diyor. Yalçın Küçük 35 yıl önce şöyle demişti: “Türkiye’de faşizmin kitle temeli ancak İslam’a dayanılarak yaratılabilir!”
Vahşi  emperyalizm ve kapitalist devletlerin Suriye hesaplarına ve sürdürdüğü katliamlarla vahşete gözünü kapayan, daha doğru tanımıyla söylersem: onların ağzıyla konuşan Pamuk’a, faşistliğe ilişkin tanımlar uygun düşmüyor mu?  Gerek soL Gazetesi’nin “Sen bir faşistsin!”  gerekse Yurt Gazetesi’nin, “Siz aydın değil, olsa olsa liberal faşist olursunuz!” saptamaları, üstelik de eksiğiyle, son derece isabetli olmuştur. Eksiği ise inançtan çok, ruhun kaç paraya satıldığı, yani “fiyat” konusuna girer.
Önemli sanatçıymış! Doktorun, siyasetçinin, hukukçunun falan olmuyor da, ”önemli  sanatçı”nın dokunulmazlığı mı oluyor?  “Önemi” sanatçılığından çok, emperyalist kapitalist sistem çanakçılığına denk düşse de, diyelim ki önemli sanatçı, bu onun faşistliğine dokunulmazlık gerekçesi mi? Tarihte örnekleri de yok değil: Hitler ve Mussolini hayranı Ezra Pound, Franco yandaşı Dali gibi. Onlar “demir faşizmi”nin yandaşlarıydı. Küllerini üflesen, altından kim bilir ne mazeretler çıkacak. “Dali, koyu Katolik Franco’ya biat etmese,  o resimleri yapamazdı, derisini yüzerlerdi!” diyenler yok değil! Ama mazeret, sonucu değiştirmiyor.  O çağın büyük sanatçılarından Bnuel “Son Nefesim” kitabında Dali’nin faşizm çanakçılığını tüm çıplaklığıyla anlatır. Ayrıca da: “Pamuk faşizmi”ni onlarla karşılaştırmak onlara haksızlıktır. Çünkü hem o ayarda bir sanatçı değil, vasat altı bir yazardır hem de, “Pamuk faşizmi”nin orantısızlığı örtülüdür. “Demokratlık yastığı”yla havasız bırakarak daha sinsi boğmaktadır.
Hem, ABD ve Batı’nın sergilediği sahtekârlığı, katliamı, vahşeti ; Türkiye ve  dünyadaki Süryani ve Alevi kuruluşlarının, “Cihad nidaları ile terör estirenlerin Suriyeli Süryaniler, Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar ve şeriat yandaşı olmayan laik kesimler için büyük tehlike taşıdığı” açıklamalarını görmezden gelecek, emperyalistlerin cinayetlerine çanak tutacaksın  hem de “aydın, demokrat” sıfatı taşıyacaksın! Bu şahsa “faşist” olduğu söylendiğinde yaygara koparanların hali ise ruh benzerliklerinin paniğidir.
NOT: 16 Aralık (BUGÜN) saat 17.00 de İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda “Ekmek, soL ve Hürriyet Günleri” nde buluşup, faşizme öfkemizi haykıracak, bir ağızdan şarkılarımızı söyleyeceğiz.
____________________________________________
Upton Sinclair:
“Faşizm, kapitalizm artı cinayettir!”



12 Aralık 2012 Çarşamba

Türeme tipler


12 Aralık 2012
Türeme tipler
Eskiden de yok değillerdi fakat özellikle AKP döneminde türedi de türediler. Sahipsiz tarlayı sarmış ayrıkotları gibi. Çiçeklisi var, saçaklısı var; acıklısı var, vıcıklısı var; dantellisi var, bamtellisi var, yamuklusu var, Pamuk’lusu var...var da var! Genleriyle oynanıp türetilen sağlıksız sebzeler gibi, bunlar da ruh ve psikoloji genleriyle oynanıp, özel eğitim ve itinayla türetilmiş onursuz gerzekler!

Histerik spiker, bilgiç yorumcu, demagog siyasetçi, meddah hukuk profesörü, rüzgârı soldan esen fırıldak liberal, dinci entelektüel, gizli tanık, sisteme baygın muhalif aydın, sahte haberci, evrim düşmanı şovmen, tarikat forveti futbolcu, insan hakları savaşçısı şeriatçı, iktidarın sesi muhalif, günlük yalan yumurtlayan bilimci, kapanmayı savunan açık toplumcu, güzü bahar diye kakalayan siyaset iklimcisi, sahtekârlık pazarlayan reklamcı, savaş davulcusu moderatör, polis bavulcusu muhabir, hükümet kulu özerk kurumcu, şaklaban vekil, taklacı bakan, iftiracı vali, iftarcı paşa, muskacı doktor, ününü ümüğünde tasması gibi taşıyan romancı, CIA yüzüklü köşe yazarı, tarikat tüzüklü sanatçı, tetikçi savcı, kanaatkâr sendikacı, çocuk pornocusu hacı...say ki say!

Yalan mayalamanın sahte ilaç satmaktan ne farkı var? Yalan olduğunu bile bile, gözünüzün içine baka baka anlatıyor da anlatıyorlar. Çürük et satan kasabın, sahte doktorun yaptığı işi yüzüne vursan, en azından utanır. Kaldı ki ‘yaptığı işin insanlık dışı’ olduğunu da, ‘cezalık suç’ işlediğini de bilir. Bunlarda o da yok. Ne utanma duyguları var, ne de işledikleri insanlık suçunun bir cezası. Üstelik işleri bunlara şöhret ve zenginlik de sağlıyor. Bir yerde görsen, kabarmış tavus kuşu sanırsın. Hiç olmazsa halk bunlara ‘yalancının mumunu üfleme duygusuyla’ baksa. Tam tersi, sokakta bunlardan birini görenler, tavus kuşu görmüş gibi heyecanlanıyor.

Histerik muhabir, makatına mayasıl düşmüşçesine anlatıyor. Soluk soluğa. Git mutfakta yemeğini pişir gel, hâlâ aynı haber, aynı histerik bağırış. Bari döndüre döndüre anlattığı gerçek olsa!

Sisteme hizmette sınır yok! ‘Hacivat Karagöz’ benzeri ekran şovlarına ne demeli? Hacivat Karagöz’ün orijinali kalitelidir; esprisi, inceliği, mizahı, zekâsıyla derinliklidir. Kültür değeridir. Bunlarınkiyse, sinir kırbacı, bulantı safrası. Provokatörlüğün, yalancılığın, sahtekârlığın en tepesine tırmanmış, çoğunlukla da ruh genleriyle oynanarak ABD’de yetiştirilmiş sistem yalakalarının karşısına, toplumda aydın, çağdaşlık yanlısı, muhalif, hatta devrimci diye bilinen birini oturtup, “Hadi hayatı tartışın!” diyorlar. Sahtekâr takıyor kayağını, alıyor sisteme yalakalık düdüğünü ağzına, başlıyor kaymaya. Kaydığı pist ise, sahnede ‘Cumhuriyet değerlerini’ muhafaza etme adına oturanlar!

Geçtiğimiz günlerde, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Kemal Bülbül’ün bir açıklamasını gördüm de, çölde bir bardak su içmiş gibi serinledim. Kemal Bülbül
TV’deki açıkoturuma katılmayı, “Davetliler arasında Sivas Belediye Başkanı da var; katliamda taraf olanlarla aynı yerde olmayız!” diye reddetti. Helal olsun ona. Öfkeyi, onu gerektiren onurla bütünlüklü taşımak budur. Çünkü düzey yoksa, orada öten, düzeysizliğin düdüğüdür. Türeme tiplerin çaldığı da bu düdüktür. Sesleri yalana, provokasyona, arabeske, kapı kulluğuna, yani onursuzluğa ayarlı.

“Su uyur düşman uyumaz” misali, bizim sudan sosyal demokratlar uyuklarken Cumhuriyet tarihi  boyunca, dış güdümlü aydınlık düşmanları harıl harıl çalışmış, ekmiş de ekmişler. AKP dönemi hasat mevsimleri oldu. Türeme tipler tarihin hiçbir döneminde, bu coğrafyada, bu dönemde olduğu kadar çok değildi. Onlara, “Artık çok oldunuz!” deme sırasıdır. Gerektiği yerde ve gerektiği biçimde.

__________________________________
Cervantes :
 “Onurum yaşamımdan daha değerlidir!”
http://www.yurtgazetesi.com.tr/tureme-tipler-makale,2803.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Aralık 2012 Perşembe

Telaş kültürü


Telaş kültürü

05 Aralık 2012
Telaş kültürü
Eski mektupları karıştırırken içimde bir eziklik yalandı. Nerdeyse 20 yıldır, mahkeme celbi, ödeme faturaları ve bürokratik bildirimler dışında zarflı ileti almamışım.

Mektuplardan oluşan yazın türünün kitaplık raflarında hem roman ve şiir gibi hem belgesel niteliğiyle özel ve de çok önemli bir yeri vardı. Raftan düştü bu tür. Boşluğu acı acı uğuldar. Gençler farkında değil bu uğultunun. Özene bezene yazılmış mektupların, postalandığı adrese ulaşıp ulaşmadığı merakından, günlerce gelecek cevabın beklenmesinden söz ettiğim genç bir kardeşim, “Ne sabırmış seninki de!” diye, acıyarak baktı bana! Öyle içtendi ki, “Asıl acınacak halde olan sensin!” diyemedim...

Şimdi ‘mail’ var, ‘sms’ vs... Anında ve kestirmeden... ‘Fast’ haberleşme... Selam sözcüğü bile ‘slm’ halinde ‘sessiz’...

Yeni bir çorbacı açıldığını söylediler. Mercimek çorbası içmeye gittim. Benden başka üç kişi daha var. Yanındaki burgerci tıka basa dolu. Gençlerin ellerinde ‘hayatın gerçek tadı’ colalar, pomfrit, ‘big mac’! Fast food: anında, kestirmeden doyum!

Yıllarca ıstırabı süren aşklar mı? Ferhat dağları delmişmiş, Mecnun çöllerde kalmışmış, Kerem ateşlerde yanmışmış... Gençler saatlerine bakarak dinliyor böyle ‘hikâyeden’ aşkları. Bir hafta önce, gönül yarasını dertleştiğimiz genç şair kardeşime, “Sevgilinle barıştınız mı?” diyorum, anında ve kestirmeden “Hangisiydi?” diye soruyor! ‘Aşkın bıraktığı iz’ mi, o da ne? ‘Fast love’ çağındayız, uçarak yaşayacaksın! Uçmanın izi mi olur?

Gazetede çarşaf gibi bir ilân: “4 ciltlik klasikler 40’ar sayfalık özetleriyle artık cebinizde!”... Bilgi, anında ve kestirmeden ulaşıyor demektir! ‘Fast kültür’ sektörü, insanlık kültürünü özüyle olmasa da özetiyle; beyninize olmasa da elinize sunuyor! Daha ne istiyorsunuz?
Günlerce öncesinden tasarlanmış, en az elli müsveddeden sonra karar kılınan ve teneffüste sevgilinin cebine gizlice konulan mektuplar kurudular; o duygunun türü tükendi. Şimdi 6 yaşından yukarı, cebinde ‘handy’ olmayan çocuk bulmak zor! Sarmısak yoğurtlu salçalı makarna, ‘ketcap’lı, ‘Danone’li spagetti olurken, ‘kestane kebap acele cevap’ notlu mektuplar da hindi gibi ‘handy’leşti. Dokunur dokunmaz, o da ıslık duyan hindi gibi anında ‘gulu gulu’ ötüyor! Mesajın altı ‘cevap’ tuşuna ayarlı. Sıkıysa anında ve kestirmeden cevaplama, iki dakikaya kalmaz, ‘Uykuda mısın? Kağnı çağında mıyız?’ anlamında ‘?’ işareti gelir! ‘Höst!’ denilmesini istemiyorsan ‘fast’ olmak zorundasın!

 ‘Anında ve kestirmeden edinme çağı’ndayız. Şimdi, 3 güne 33 tarihi mekân sığdıran ‘fast tour’lar var. 3 ‘fast tour’ yani 9 günde 99 tarihi mekân eder! Hani, dişinizi sıksanız bir ayda ‘tarih profesörü’ bile olabilirsiniz!

Bir partinin kurulur kurulmaz iktidara gelmesinin kaynağı da McDonald’s türü ‘fast politik enerji’ mi yoksa? Sözgelimi AKP! McDonald’s patentli McLahmacun’s!

Gerçek bilim, kültür, siyeset adamları insanoğlunun zihinsel gelişiminde yavaşlama var diye kaygılanıyormuş! Ne yani, her şey ‘fast’ olacak değil ya! Varsın zihin de ‘slow’ takılsın; ne zararı var? Zaten zihinsel dumanlanma da ‘fast’ küreselleşme çağının ‘fast literatür yemişi’ postmodernizmin motifi değil mi?

Shakespare“Hiçbir şeye sahip değilseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz!”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/telas-kulturu-makale,2737.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Suçu masum olmak!


02 Aralık 2012

Suçu masum olmak!
Hakkını arayan emekçinin üstüne panzerle, copla, biber gazıyla git! Cezaevlerindeki insanlık dışı koşullara isyan eden mahkûmu cayır cayır yak! Deresine sahip çıkan köylü kıza kelepçe vur, yerlerde sürükle! Greve giden hostesi, dinci örgütü araştıran yargıcı, yağmaya karşı çıkan memuru, çağdaş eğitimi savunan öğretmeni işten at! Gerçeği yazan gazeteciyi, sistemi sorgulayan yazarı, özgür eğitim isteyen genci zindana tık! Özgürlük diyene bomba, bağımsızlık diyene kurşun, eşitlik diyene nefret yağdır! Okulunu, yurdunu, insan haklarını, tiyatrosunu, sanatını, uygarlığı savunanların üstünde tepin! Açlıktan söz edeni dayakla doyur! Gerçeği açıklayanı zehirle! Kararlıya işkence uygula, direneni katlet....!

İktidar suçlunun elindeyse, masumun vay haline! Yalancının elindeyse, doğrunun yolu sürgün üstüne sürgün! Sahtecinin elindeyse, sahinin mekânı tecrit! Dincinin, kincinin, arsızın, hırsızın elindeyse, bilim kırbacın altında, şefkat lanetli, küfür dipsiz, yağma gemsiz demektir.

İktidardakiler hayatın düşmanlarıysa, altın şirketinin, mermer tüccarının, hidroelekrik müteahhitinin hızarlarla, dozerlerle ormanlara dalmasına, vadilerin bağrını yarmasına karşı çıkmaktan daha büyük suç mu var? İktidardakiler savaş taşeronuysa, gel de barışa bir karışlık yer ara! O yeri ya KCK’nın yanında bulursun, ya Ergenekon’un; ya kalça kemiğinin kırıldığı kaldırımda, ya ‘terörle mücadele’ şubesinin bodrumunda!

İktidarı gasp edenler, yurdun pazarcısıysa, yurtseverin haline vah ki vah!  Emperyalizmin kapı kuluysa, bağımsızlık ruhunun bağlarında düğüm üstüne düğüm! ‘Küresellik çağı’nda onlar için yurtseverlik ‘büyük güce itaat’; bağımsızlık ise ABD’nin güdümünde‘cemaat’ anlamındadır!

Demokrasiymiş, halkın özgür iradesiymiş, milletin seçilmiş temsilcileriymiş! İşte, Eflatun’un 2400 yıl önce yaptığı uyarı: “Demokrasinin temel ilkesi olan halkın egemenliğinde doğru tercih için, seçen halk çoğunluğunun eğitimli insanlardan oluşması gerekir. Böyle değilse, demokrasi otokrasiye dönüşür. Yalan söz ustası demagoglar yönetime seçilebilir!”

‘Seçilebilir’i yok, seçildiler! On yıldan beri de, halk cehaletinden omurgasız aydın ihanetine; ABD uşaklığından uygarlık düşmanlığına dek, seçilmelerini sağlayan nedenleri pekiştiriyorlar.  Üstümüzde tepinerek!

İnsanlık düşmanları iktidar olunca: Vahşet, kanlı dişleriyle pusuda! Dehşet: Savaş tamtamları çalıyor! Vicdan: Kulakları sağır! Zindan: Uğul uğul! Ölüm: Oğul oğul!
                                                                                              
___________________________________________

Dörtlük

Vicdanı insanın ayrıcalığı
Onu yitirince sıradanlaşır
Vicdansız insan ki en korkunç canlı
Hırsıyla kudurup canavarlaşır

http://www.yurtgazetesi.com.tr/sucu-masum-olmak-makale,2717.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

28 Kasım 2012 Çarşamba

Zafer işaretinin de cılkı çıktı!


28 Kasım 2012
Zafer işaretinin de cılkı çıktı!
Elin iki parmağıyla yapılan  zafer işaretin çıkış kaynağı tam bilinmese de, 1415 tarihli İngiltere Fransa savaşına bağlanır. İngiliz okçuları çok etkilidir. Fransızlar onlara gözdağı olarak, esir aldıkları okçuların oku atmalarını sağlayan iki parmağını keseceklerini söylerler. İngilizler galip gelir. Okçular bu zaferi, o iki parmakla yaptıkları işaretle kutlarlar.

2. Dünya Savaşı döneminde Churchill’in, İngilizce ‘victory‘  (zafer) sözcüğünün v’sine “barış” anlamı yükleyerek bu işareti yapması, dünyada yaygınlaşmasına neden olmuştur.

‘Barışın zaferi’ anlamı taşıyan bu işaret, Vietnam Savaşı döneminde ABD’li emperyalistlerce sürdürülen savaşın bitirilme duygusuna simge olmuştu. Bir başka boyutu ise: Anti emperyalist ve anti faşistlerin simgesi olarak yaygınlaştı, onlarla özdeşleşti.

Zaman içinde, bu işaret de ‘pop’laşıp ‘anlamı kalmayan’ lara eklendi. Daha doğrusu ‘yozlaşan’ lara. Yani onun da cılkı çıktı. Solcu eskisinin ‘keskin sol’ sıfatıyla sağcılık ve sistem erketeliği yaptığı; dinci yobazın ‘ileri demokrat’ olarak dolandığı bir dünyada, zafer işaretinin çılkı çıkmış, çok mu?

Playboy’un ‘tavşanı’ bu işaretten esindir! Meltem Cumbul, birkaç saniyeliğine görünme fırsatı bulduğu “Altın Küre Ödül Töreni”nde, ne anlamda kullandığını tam kestiremesem de bu işareti yaptı. Uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan 2009 Türkiye Güzeli Zeynep Yılmaz, serbest bırakılışını bu işaretle kutladı. Faşist katil cezaevinden çıkarken, Kaddafi’yi linç eden ABD uşağı caniler linç sırasında, ‘Özgür Suriye Ordusu’ denen CIA güdümlü katiller cinayet işlerken bu işaretle poz verdiler. Benzerlerini çoğaltmanın sonu gelmez!

Anımsarsanız, 2009 da, Erzurum’da Siirtli bir er, bu işareti yaptığı için 9 yıl ceza yemişti! ‘Yasal güvence’ ile Habur’dan giriş yapan PKK’liler, otobüs üstünde yaptıkları bu işaret nedeniyle yargılandılar. Demek ki, kimin nerde neden yaptığı da yoruma bağlı! Nuray Mert twitterde bu işareti yapan bir fotoğrafını koyduğu için “kendisine linç kampanyası açıldığını” söylemişti. Binnaz Toprak ve Ertuğrul Kürkçü konuşurken arkadan gelen Sırrı Süreyya’nın, onlara sarılıp bu işareti yapması medyada “günün haberi” olmuştu. Her birinin, ne anlam yüklenerek yapıldığını anlamamış da olsam! Artık, yapanın kimliğine göre yorumlamak gerekiyor!

Haziran ayındaydı, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi kararıyla ülke çapında KESK’e KCK bağlantılı operasyon düzenlendi. Evler, sendika büroları basıldı. KESK Genel Başkanı dahil birçok KESK yöneticisi gözaltına alındı. 28 KESK’li tutuklandı, bir kısmı salındı. Başkan Özgen salındığında adliyeden çıkarken, yaşananlar, öfkeli bir bakışla yumruk sıkmaya daha çok denk düşse de, gülümseyerek bu işareti yapmıştı! Belli ki, “Bütün bu zulümlere rağmen sonuçta biz kazanacağız!” mesajı vermek istemişti.

Şahsen benim, cılkı çıkmış bu işarete karşı içimde sempatinin ‘s’si bile yok! Ölümsüz olan: sıkılı yumruktur! Şu günlerde düşlerimize en denk düşen odur. Hele ki CHE’ninkiyse.
________________________________________________
Einstein:
“Düşlemek, bilmekten daha önemlidir!”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/zafer-isaretinin-de-cilki-cikti-makale,2673.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

22 Kasım 2012 Perşembe

Yazar okur dertleşmesi


Nihat Behram
Değerli okur, soL’da ilk yazımın çıktığı tarih 16 Haziran 2008. Dört yılı aşkın bir süredir bu seçkin yayında yazıyorum. Yazarlığını, varlığının ve omuzdaşlığının en üst düzeyi sayan biriyim. soL’da bu duygularla yer aldım ve onun yazarı olmanın onur ve gururuyla zenginleştim. Evet, zenginleştim. Çünkü sadece okumak değil, yazmak da insanı zenginleştirir. Kuşkusuz ki neyi nerede okuduğunuz, neyi nerede yazdığınızla orantılı olarak.
Bu dört yıl süresince, bir kez olsun yazı günümü aksatmadım. Buluşma yerine beş dakika gecikmenin, düşmana pusu fırsatı verebileceği tecrübesini, yaşamdan edinmiş bir kuşaktan geliyorum. soL okuruyla buluşmamın pusulası da aynı duygu olmuştur.
Bu sürecin, yazarlık yaşamımdaki en önemli özelliklerinden birisi ve birinci sırada olanı, ömrümde ilk kez bir yayın organında 4 yıl süreyle sansür görmeden yazabilmiş olmamdır. Bunun, yazdığıyla ancak hayatı soluyabilen, yazdığıyla ancak varolabilen, yazdığıyla ancak yatışabilen bir insan için ne anlama geldiğini, bu duygularla yazmayan biri ve okurun anlayabilmesi çok güçtür. Yazarlık hayatımda sansürün her türüyle karşılaştım. Bu söz, içimde kabuk bağlamaz bir yara taşıdığım anlamındadır.
Evet, yazarlık yaşamımda sansürün her türünü gördüm. Devlet kaynaklı resmi sansür ve yasaklamalar umurumda değil. Onu yara saymam, o bileğitaşımdır. Sistemin sansür ve yasaklarında bilenmek, devrimciliğin gereğidir. Zindanın zülmü de buna dahil. Bu kesimi geçiyorum. Çünkü sonuçta, belasına, “Hoş gelsin” diye rest çektiğim bir durumdur!
Basılı burjuva medyasına gelince:, sizden istenen yazı ya da sizinle yapılmış bir söyleşiyi, bütün uyarılarınız ve verilmiş söze rağmen, istedikleri şekle sokar, kuşa çevirebilirler. Sizin, “Sormaksızın değişiklik ve kısaltma yapmayın” uyarınız karşısında, onların “Bize güvenin!” demelerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü, yazı işleri müdürü ya da yönetmen etiketli kişilerin, kesip biçme yetkisini kendinde görmesi onlar açısından gayet “doğal”dır. Bizzat kendilerinin ısrarla istedikleri yazı ya da söyleşi için bile, yazarına dönüp kaderi hakkında bilgi vermek gibi sıradan bir nezaketleri yoktur. Bu kesimi de geçiyorum. Çünkü bu sorunun çözümü de sonuçta yazarda gizlidir: bir yayına güvenin yoksa, yazı veya söyleşi isteğine “hayır” dersin, olur biter. Ya da noterden “aslı gibi yayınlanacak” diye garanti vermesini istersin, ki yazarlık hayatımda bunu, yani “sansür edilmeyeceğine dair imzalı yazı ya da noter onayı” istediğim de olmuştur!
Sosyalist yayın organlarındaki sansür, kesip biçme, tahrif, es geçme durumu ise ‘bir dokun bin ah işit’ türündendir. Yaşadıklarımı anlatmaya başlasam, dört sene daha bu sütunu doldurur. Sansürün asıl acı verici, kabuk bağlamaz yarayı andıran türü budur. Yani, kendini devrimci diye niteleyen yayın yöneticisinin, ‘sınırlı politik görüşler’iyle, yazara ve özellikle de ‘sınırsız düş gücü’yle soluyan sanatçıya uyguladığı kırım. Düş gücüne sahip olmayı ‘soy’dan saydığım için bu kırıma ‘soykırım’ bile diyebilirim. Nice yazım bu soykırımın kurbanıdır ve mezarları bile belli değildir. Hele ki, solcuların çıkardığı ve yazar isminin konulmadığı, yazıların “Kadıköy’den bir okur, Malatya’dan bir proleter devrimci” türü imzalarla yayınlandığı dönemin yayınlarında. Şimdi komik gelse de, o dönemde şiir, öykü, röportaj türü ürünler bile bu türden imzalarla yayınlanırdı! Verdiğiniz ürünün kaderi, o siyasi yapı tarafından görevlendirilen ‘yayın komiseri’nin insafına kalmıştı. İstediği bölümü keser, istediği bölümü değiştirir, yeni bölüm ekler, orasına burasına slogan yerleştirir, adını değiştirir ya da tümden yırtıp atar! İşin ilginci: bu “komiser”lerin bir çoğu şu an devrimci değil. Solculuğu sürdürenlerin solculuğu da o günkü ‘çizgi’ değil! Bari, ödedikleri bir bedel, ya da en azından geçmişleriyle ‘ıslak imzalı’ yüzleşmeleri olsa! Sonuçta, yine bedeli ödeyen, haksız ve insafsız yere kurbanlık koyun gibi kesip biçtikleri, kırpıp yüzdükleri yazılar olmuyor mu? O yıllarda kurşun kalem veya tükenmezle yazıp bu yayınlara verdiğim, o kırımların kurbanı yazılarımı bana geri verecek bir güç olsa, varsın karşılığında benden iki kolumu istesin! ‘Anıları önünde saygıyla eğilerek’ bu bölümü de geçiyorum.
Sadece yazarı olarak değil, iyi bir okuru olarak da soL’un tiryakisiyim. Her biri ayrı değerde yazarlarını, bir öğrenci tutkusuyla okuyor ve öğreniyorum. soL portal çok zengin bir halk kütüphanesidir. Cahil giren bilgin çıkar derecesinde.
soL Portal, yayın anlayışı ve yazarlarına karşı tutumuyla, ülkemiz sosyalist yayıncılık alanında bir milattır. Sosyalist yayıncılık anlayışında gerçekliği görmenin gözbebeği olmuştur. Tabi ki sorunlar da yaşandı. Ama esası bu. Hatta soL’un redaktörleri, yazılara dokunmama tutumunu ‘yazılardaki yazım yanlışları’nı dahi düzeltmeyecek derecede işi ‘sansürsüzlük ifratı’na bile vardırdı! 'Sansürsüzlük ifratı'nın bir örneği de, yazılara ‘okur yorumu’ eklendiği dönemdir. Kuşkusuz ki bu uygulama, düzeyli okurun, yazara yankı vermesinin önemi hesaplanılarak yapılmıştır. Yine sanırım ki, bu ‘evdeki’ hesap ‘çarşıdaki’ yapıya uygun düşmediği için bu uygulamadan vazgeçildi. İyi ki de vazgeçildi. Çünkü, yapıcı eleştiri getiren ‘sevenler cephesi’ne oranla düşmanlıktan köpüren ‘lanetciler’ cephesi daha örgütlü. Yazdığım bir yazıya küfretmişler, lanetlemişler, umurumda olmaz. Ama gitsin kendi yayınları, kendi alanlarında kussunlar. Benim yazımın altında değil. Ben bütün gece gün ışıyana dek, ruhumu soluyarak, canımı kazıyarak yazacağım, bir lanet kenesi gelip, hem de final cümlesine yapışacak ve ömür boyu her yeri, her evi, her yüreği yazımla birlikte dolaşacak! Gel de katlan! Köpek bile, tenine yapışmış keneyi dişleriyle koparıp atarken....
Duydukları yakınlık ve güvenle bana yazarak, kendi bölgelerindeki yayınlara yazı, konuşma isteyen ya da şiir, öykü, roman gibi ürünler içeren dosyalarını ileterek değerlendirme bekleyen, hatta özel sorunlarını paylaşıp düşünce ve önerilerimi soran okuru, elimden geldiği, gücüm oranında ve yetişebildiğim kadar karşılıksız bırakmamaya çabaladım. Zaman zaman kendimi yazı makinesi gibi hissedecek derecede, her gün saatlerce çalıştığım halde, bir kısmına yetişmem mümkün olmadı. Bu satırlarım ise, isteklerini yerine getiremediğim okurumdan bağışlanma ricamdır.
Bana yazdığı mektuplarla, kimi zaman derinden duygulanmama, kimi zaman sevinçten dengesizleşmeme, kimi zaman odalardan taşıp yamaçlara koşmama neden olan değerli okur, şu satırları bir iadeyi ziyaret, bir teşekkür borcunu ödeme seslenişim say!
Aslında aklına estiği gibi, aklına estiği zaman yazan bir yazarlık karakterim var. ‘Bakarsın aklıma esiverir’ diye gece bile koynumda kalem ve kağıtla yatarım. Akılda her zaman esinti olmaz. Esintisiz zamanlarında aklın havası sisli, rutubetli, durgun, boğucu, bunaltıcıdır. Böyle zamanların ürünü, yazarın kendinin tekrarıdır. Konusunun, adının değişik olmasına bakmayın. Yazar, kendini tekrarlama açığını böyle örter, başka nasıl örtsün? Yazarın da bir zekası var, o kadar aptal mı ki, aynı yazıyı aynı başlıkla tekrar yayınlasın? Yazarlarda ‘kendini tekrar’ oranı en az yüzde seksendir. Kendini tekrarlamayan yüzde yirmi de, ya az yazmıştır ya da ‘tekrara muhtaç olmadan’ genç ölmüştür. Özellikle kökleri doğallıktan beslenen sanat ve sanatsal nitelikli ürünler, "Hadi yap!" denince yapılıvermiyor! Canlının doğal tepkileri gibi. Hani, kuşa "Hadi öt!" denmez ya, öyle. Hayvanat bahçesinde şempanzelerin bölümüne gelenlerin, o an şempanzelerin 'oyun' yapmasını beklemesi misali, “Hadi bir şiir yaz, hadi oku” dendiğinde, böyle diyeni hayvanat bahçesi ziyaretcisi saymasam da kendimi şempanze gibi hissettiğim olmuştur. Diyeceğim o ki: yazarlığımda komut altına alınma gibi, isteğe göre şekillenmeyi de kafesim sayarım. Bir yazar için en kutsal ölçü, ölçüsüzlüktür. Kendini sınırsız derecede özgür hissederek yaşadığını yazması, yazdığını yaşamasıdır. Disiplin ayrı bir şey.
İşte, yazarlık hayatımın ‘disipline edilmiş’ en uzun sürecini de, yine soL’da yaşadım. Bunu böyle kılan benim sabrım değil, soL’un sağlam, sağduyulu, incitmeden sağan; süssüz, gösterişsiz ama görkemli; hiçbir karşılık gözetmeksizin halk için çırpınan; ön yargısız, içtenlikli yapısıdır.
Değerli soL okuru, prensip olarak ilkin editörlere açılması gereken bir konu var ki, onu da önce size açıyorum. Bu yazım soL’daki son yazım değil ama dört yıllık sürecin son yazısıdır. Nefes alma ve tazelenme; ‘kendini tekrar eden yazar’ sisinden sıyrılma; şiir ve romanla küskünlüğü giderme gereksinimiyle şimdilik soL’da ara veriyorum. Sonra, yine aklıma estiği gibi ama bu kez aklıma estiği zamanlarda yazmayı sürdüreceğim. Editörden, soL logosundaki “Yazarımızın yazılarını iki haftada bir Çarşamba günleri okuyabilirsiniz” cümlesinin, “Yazarımızın aklına estiği zaman aklına estiği gibi yazdığı yazılarını soL da okuyabilirsiniz” biçiminde değişmesini isteyemeyeceğimi biliyorum. Ama en azından “Yazarımızın yazılarını soL’da okuyabilirsiniz” olarak değiştirilmesini, daha geniş ve ikna edici bir gerekçeyle editörüme bildireceğim. “Bu kapıdan disiplinsizliği sokamazsın!" derse, ne yapayım, karşılıklı iknanın olduğu bir çözüm arayacağız.
Değerli okur, “izin” sözünden gıcık kaptığım için “ara” diye nitelediğim bu sürece başlarken, sizinle bölüşmek istediğim bir duygum da heyecanım: soL günlük gazetemizi beklemenin heyecanı. Bu sözü sesli söylemek isterdim. Çağırma sesiyle...
Ağustos 2012

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Kasım 2012 Pazartesi

Nihat Behram


Nihat Behram (d. 18 Kasım 1946 Kars), Türk gazeteci, şair ve yazar. Asıl adı Mustafa Nihat Behramoğlu'dur.
Gazetecilik Yüksek Okulu'nu bitirdi. İlk şiiri 1967'de yayımlandı. 1975'te ağabeyi Ataol Behramoğlu ile birlikte Militan dergisini ve 1979'da Yılmaz Güney ile birlikte Halkın Dostları dergisini çıkardı.1972'de çıkardığı ilk şiir kitabı olan Hayatımız Üstüne Şiirler kitabı yasaklandı ve yazdıklarından ötürü 12 Mart Dönemi'nde iki yıl askeri cezaevinde tutuklu olarak yattı.
Cezaevinden çıktından sonra bir süre gazetecilikle uğraştı. Vatan gazetesinde ele aldığı Deniz GezmişYusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın yaşamlarını ve mücadelelerini anlatan yazı dizisi, çok ilgi görünce Darağacında Üç Fidan adıyla kitaplaştırıldı. Bu yazı dizisi ve şiirleri öne sürülerek sivil mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde hakkında birçok dava açıldı. 12 Eylül Dönemi'ndeTürkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından çıkarıldı. 1996 yılında Türkiye'ye döndü. Bugüne değin 12 şiir kitabı yayımlandı. Şiirlerinde doğanın yeri ve sözcük dağarcığının zenginliği dikkat çekicidir.
Entelektüel dergisinde 2000 yılında çıkan "Özlemin Kadar" adlı şiiri özellikle beğeni toplamıştır.
sol.org.tr haber sitesinde her iki haftada bir çarşamba günleri yazıları yayınlanmaktadır. Türkiye Komünist Partisinin 9. kongresinde kürsüden okuduğu "ayaklanma çağrısı" adlı şiiri büyük beğeni toplamıştır. Son olarak 15 mart 2009 günü, yine TKP'nin düzenlediği "Ya Osmanlıya dönüş, Ya Sosyalist Cumhuriyet" mitinginde şiirlerini kürsüden seslendirmiştir.
Toplumcu Gerçekçi Şiir ilkelerine yöneldi,şiirini yeni biçim ve tema arayışlarıyla besledi.Çevirileriyle de dikkat çekti.Edebiyat ve kültür üzerine yazdıkları,antoloji ve diğer çalışmalarıyla kuşağın önde gelen yazarları arasına girdi.