14 Mart 2015 Cumartesi

Sol Dergi Yazı




Bardağın dolu yanı: Acaba ‘örtünme evrimi’ nasıl başladı, ‘incir yaprağı’yla mı?
Türban da “yetmez ama evet” konusu oldu! Balıkesir Müftü Yardımcısı, “tesettür başı değil, bütün bir bedeni örtmektir! Türban takmak yetmez, kadınlar iyice kapansın. Modaya dayalı tesettür kadının cazibesini kapatmıyor, aksine ön plana çıkarıyor” diye buyurdu! İşin endazesi iyice kaçtı. “İffet, edep, mahremiyet”  üstüne verilen “fetva”lardan “inanç ortamı” toz duman! Kim neyi nasıl görüyor, anlamak da mümkün değil! Vaazlarda belirtilen “kadının tahrik unsurları”nı saymaya kalksan sonu gelmez! “Ana dizi” bile buna dahil! Altı yaşındaki çocuğun saçından, sokağa çıkan hamile kadına dek neler yok ki! Müzedeki bin yıllık mermer heykelden vitrindeki plastik mankene dek nerde kadın görüntüsü varsa izlediler, buzladılar, bezlediler, dahası balyozladılar. Bebeğe tecavüzle zina aynı kefeye konuldu! IŞİD bir fetvayla “kadınların ortalıkta sandalyeye oturması”nı yasakladı! Sandalye sözcüğü Arapçada “erkek” olduğu için! “Mahremiyeti örtme” çabası, morgda kadavralara don giydirme noktasına dayandı! Ne kadar çember sakal, o kadar fetva! Yani “inanç önderi”nin kim olduğu konusu da toz duman! Hükümet sözcüsünden şehir müftüsüne, bakanından mahalle imamına, “kedicik”lisinden “cüppeli”sine, “yavuz” vekilinden “havuz” yazarına, “Nurcu”sundan “Nusracı”sına, “takkeli”sinden “tekkeli”sine dek, konuşan konuşana! Anlamadım gitti: Şu “örtünme konusu” ne derin meseleymiş!
İnsan, ister istemez “işin kökü”nü merak ediyor! Ama başta medya ve internet, “bilgi kaynakları” da toz duman! “Edep ve örtünmenin kökeni” konusunundaki sonuçları sıralasan bin cilt tutar! “Havva Anamızın incir yaprağı”ndan günümüz “burka”sına dek, “örtünmenin tarihi”ni öğrenmeye  ömür yetmez! İşin tuhafı, “Hz. Adem ve Hz. Havva dünyaya incir yaprağına sarılı mı indiler? Allah onlara kıyafet yapma ilmi vermemiş miydi? Hz. Havva, İslam tesettürü gibi mi giyiniyordu”  türü soruların da, “Âdem ve Havva cennette saklı ve gizli otururlarken ayıpları açılarak yeryüzüne gelmiş oldukları gibi, Âdemoğullarından her biri de ana karnında ‘döl yatağı’ içinde saklı ve gizli olarak rızıklanıp dururken çırılçıplak yeryüzüne indiler. Sonra da ayıplarını örtecek veya giyinip kuşanıp süslenecek şekilde fakirce veya zengince iki çeşit elbise ile korunmaya ve örtünmeye imkân buldular” türü yanıtların da haddi hesabı yok! Kökenimiz hakkında “ulema” açıklaması ise Darwin’in “ruhuna el fatiha”: “A’raf  suresi 189. ayette ‘sizi bir tek candan (Adem) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva) yaratan O’dur...’ denmekte. Bu nedenle insan nesli bir ana ve babadan olan çocuklar yolu ile çoğalmıştır. Ancak kardeş evliliği gibi yasak bir duruma bir defaya mahsus çok özel bir yaratılış süreci ile ve belli bir çocuk sayısı için müsaade edildi. Havva anamız her defasında bir kız ve bir oğlan olmak üzere ikiz çocuk doğuruyordu...” Gel de inan!
Tamam, bu konuda kaynak bol, ama bilgi mi yüklü, safsata mı, sorun orada. İlk başlarda “incir çekirdeği doldurmaz” konuların tahribatını gördükçe geriliyordum. Gelinen yerde “bardağın dolu yanı”yla avunmaya başladım! “Astarı yüzünden pahalı”ya geldi, ama sonunda dinciliğin ipliği de pazara çıktı, ne “mal”ın inandırıcılığı kaldı, ne “tezgâh”çı erketelerin! “İnanç tacirleri”nin ne menem  hırsız, arsız, yalancı, rüşvetçi, sahtekâr, katil ruhlu olduğunu bir gram akıl ve vicdan sahibi herkes gördü. Artık çocuklar bile “örtün” diyene “saç edep yeri mi” diye soruyor, gençler “dinci”liği sorguluyor! Kadının tecavüze uğramasını “mini etek giymesi”ne bağlayan yobazın içi dışına vurdukça tosladı ki ne toslama! Dinci kafanın hükmü altında sadece bilimin, kültürün, eğitimin, doğanın değil, medyanın, hukukun, ordunun, polisin de ne hale geldiğini “sağır sultan’ duydu! İnancı “rüşvet saati”ne ayarlı, “bakaracı makaracı” bakanlar fosladı ki ne foslama! İktidarı ele geçirenlerin “talanı paylaşma” dalaşında “ahiretteki sırat köprüsü”nün dünyadaki “parelel”i esnedi ki ne esneme! Yalancının mumu söndü, kürekçi kendi kusmuğuna sindi, dinci yapılanma erketesi “gazeteci, akademisyen” sıfatlı zevzeklerin cakaları bozuldu, koflukları ortalığa saçıldı, tepetaklak döndüler! “Boko Haram”ıyla, “IŞİD”iyle ve onların hükümetlerdeki eşitiyle, dünya alem ve de insanlık tarihi, bir kez daha tanık oldu ki, dinci cehaletin varacağı yer caniliktir! “Bardağın dolu yanı” bu. Yazık ki o “doluluk” nice acıların sonucu! Cehaletin doğuracağı vahşeti görmesi için insanlığın illaki bunca bedel mi ödemesi gerekirdi? “Bedeli ağır oldu, ama sonunda yobazlığın ipliği de pazara çıktı diye avunmalı” desem de, lanet olsun, böyle avunmanın da canı cehenneme!

6 Mart 2015 Cuma

Sol Dergi Yazı



Yobazlığı Karacaoğlan’la süpürmek!
Toroslar sığar mı ki Karacaoğlan türbana sığsın?
Mersin Atatürk Parkı’ndaki, “Karacaoğlan’ın Elif’e aşkını simgeleyen” üç metrelik tunç heykel de yobazlardan “kısmet”ini almış, saldırganlar gece karanlığında ilkin Karacaoğlan’ın sonra da sevgilisi Elif’in kollarını demir testeresiyle kesmişti. Heykeltraş Metin Yurdanur, 1991’de yaptığı heykelin “Deniz kıyısında iken 2000 sonrasında parkın ücra bir köşesine taşındığını” söylüyor. Bu uygulama nedeniye Belediyeyi “ağaçlar büyür ama heykel büyümez” diyerek heykelin eski yerine getirilmesi için uyarmış. Sevda ozanı Karacaoğlan yüzlerce yıldır  halkın gönlünde yüzlerce kat büyüyen ölümsüz bir ata ozan olduğu için, Yurdanur’un heykelini ağaçlarla “büyüme yarışı” içinde düşünmesini geçiyorum! Esasa, yani dinci yobazlığın Karacaoğlan’a duyduğu kine gelirsek: Heykeltraş’ın bu konuda da kafası muglâk! “Bu saldırıyı yapanların bilinçli olarak heykel düşmanlığı yaptığına ihtimal vermek istemiyorum, birkaç kendini bilmez yapmıştır, heykeli daha açık, daha aydınlık bir yere taşırsak bu tür saldırılar olmaz” diyor. Bu “tahmin”ini de heykeltraşın “saflığı”na verip geçiyorum. Çünkü Karacaoğlan’ı “yumruğu”yla değil “umduğu”yla savunduğu için, bu düzende “umduğu”yla değil “bulduğu”yla yetinmek zorunda! Yine çünkü: Karacaoğlan’ın özgürlük mekânı parkın karanlık ya da aydınlık köşeleri değil, dinci yobazlık sisteminin alaşağı edildiği aydınlık toplumdur. 2008’de Mine Şenocaklı’nın benimle yaptığı söyleşide, “yüzyıllar önce Karacaoğlan, ‘Aşık bilir aşıkların suçunu / Cennet sandım yâr koynunun içini / Tarayıp zülfünü düzelt saçını / Hilal kaş üstüne sal kara gözlüm’ demiş. Siz şimdi türbanın mı yanındasınız, Karacaoğlan’ın mı? Sevdiğinin saçlarını bu kadar güzel anlatan ozanların çıktığı bu topraklarda, Katar’dan mı, Bahreyn’den mi, her nereden gelmişse, saçı gizleyen türbanı mı tartışacağız? Kökünüz türban mı, Karacaoğlan mı, karar vereceksiniz! Eğer Karacaoğlan’sa türban tutmaz” demiştim. Bakmayın siz imamın “yüzde 50” şişinmesine! Karacaoğlan gibi atası olan halk esmeye görsün, “sel gider kum kalır”! Bırak testereli saldırıyı, Karacaoğlan’a dil uzatmak bile dinci faşistliktir! Onu hedef almaları boşuna değil, karanlıkta saldırmaları da! Düşman bildikleri Karacaoğlan’a halkın tutkusundan ölümüne korkuyorlar. Saldırganlar heykeltraş Yurdanur’un sandığı gibi “birkaç kendini bilmez” değil. “Muhafazakâr sanat” adlı yobazlığın temsilcileri, dinci sistemin en üst makamlarında. Hem de “prof, akademisyen” sıfatlı! Prof. İskender Pala, “düğmelerin falan dar geldiğini anlatan türküler var, tahrik edici ve ahlak dışı oldukları için yasaklanmaları gerekir” demedi mi? “Sıkça dikmiş kız döşünün düğmesin / Sıkmış, memelerim gerilsin deyi” türündeki Karacaoğlan türkülerinden kasıtla! Aynı şahıslar, “siyasi rant” iştahıyla cenazesine “akbaba” gibi üşüştükleri Neşet Ertaş için de, daha mezarı kurumadan “onun türkülerinde ahlâkla çelişen erotizm vardır” diye ulumadılar mı? Pornoyla erotizmin farkını ayırt edemeyen cehaletin, yobazlığı “akıl, bilgi, ahlâk” diye sunması ve Karacaoğlan’a saldırması normaldir. Bu kafa, “anasının dizinden tahrik olan” kafadır! Bu kafa, 6 yaşındaki çocuğun saçına cinsellik yükleyen kafadır! Bu kafa sokakta gördüğü hamile kadını pornografik bulan kafadır! Ellerinden gelse ne Yunus kalacak, ne Pir Sultan! “Ben bu zerrak (ikiyüzlü) sofulardan / Gayri bir şeytan bilmezem” diyen Kaygusuz Abdal günahkâr, Neyzen desen zaten cehennemlik! Dedim ya, ellerinden gelse Anadolu kültürü “sil baştan” olacak! Dinci yobazlığın güvelenip sinsice kemirmediği ne geleneksel kültür kaldı ne çağdaş kültür. Bale, tiyatro, opera, heykel derken halkın yüzlerce yıllık türkülerine dayandılar. Ama unuttukları şu: Hiçbir şey ruhun öz besinine kavuşması için verilen kavgadan daha güçlü, daha dirençli, daha muhteşem olamaz. Fidanın öz besini toprağıysa, insanınki de sevdasıdır! Sevdanın Karacaoğlan’dan yüce atası mı var?. Bir yanda Karaca’nın açıldıkça rüzgârlaşan nefesi, bir yanda saçlara sıkı sıkı kapanan türban! Bana “hangisi kalıcı” diye soracak olsanız, “dalga mı geçiyon allasen” diye gülesim gelir! Hayatın kendisi meydan!
* * *
Hayat Yaşar Kemal’imizi uğurladı; döşeği Toroslar, yorganı gökyüzü olan Karaca’nın, Dadal’ın, Yunus’un yanına; yağmur, rüzgâr ve ırmaklar atalarımızın kanatlarıdır; gökte yıldız, dalda tomurcuk, yürekte umut; öksüze kardeş, güçsüze candaş, mazluma yoldaş; onlar onurlarıyla geçtiler bu dünyadan, ölüm kavramının çeperlerini kırarak; ondan ki her an hayatımızdalar

22 Şubat 2015 Pazar

Sol Dergi Yazı



Aptallığın egemenliği
Kuyuya taş atan akılsız da, çıkarmaya çalışanlar çok mu akıllı? Ticani sakallının biri “çalışan kadın fuhuşa destek oluyor” türü hırıldanmaya görsün, toplumda “yorum hamaratlığı”  başlıyor! Vekiller, uzmanlar, ilahiyatçılar... Herkes “kuyudaki taş”ın peşinde! Son karar için tv’ler “konuyu halka soralım” diye kolları sıvıyor, Meclis’teki vekillerden sokakta insanlara dek “konuya ilişkin düşünceler” soruluyor! Gazeteler, “çoğunluğun düşüncesi” için “evet, hayır” anketlerine başlıyor. Öyle ya, “demokrasi”de seçim önemli, tek doğru çoğunluğun dediği! Muhabirin sokakta mikrofon uzattığı bir aptal,”efendim” diyor, “Hocamız Kitaba dayanarak söylediyse doğrudur! Belki de artan fuhuşa çare olarak söylemiştir”! Muhabir, “yani?” dediğinde adam, “yani, yine doğru”!
Hele ki diktatörün kehanetleri! En derin kuyudan daha karanlık haldeki ortama attığı “kadınla erkek eşit değildir” türünden bir “taş” cümlesinin,  “nereden gelip nereye gittiğini” bulmak için toplumun her kesiminde en az bir hafta sürecek “arama faaliyeti” başlıyor! “Son kararı halk verir” diyerek muhabirler yine “halka sormak” için” sokağa çıkıyorlar! Muhabirin düşüncesini sorduğu örtülü hanım, “zaten Rabbim bizi erkeğin kaburga kemiğinden yaratmamış mı” diyor.
Bazen muhabirler sokaktaki halkın “akıl nabzı”nı da yokluyor! “Nesli tükendi deniyor, ama Türkiye’de bir dinazor göründü, sizce koruma altına almak gerekir mi” diye soran muhabiri, “evet, koruma altına almalı” diye yanıtlayan da var, “Cenabı Allah’ın neslini tükettiği şeyi korumak olmaz” diye yanıtlayan da. (İki yanıtın sahibi de üniversite öğrencisi, ikincisi türbanlı bir “hanım kızımız”!) Zekâ yarışmalarına gelince: “Tuz Gölü nerede” sorusunu “Rusya’da” diye yanıtlayan da var, “Kıbrıs’ın Karadeniz’de olduğunu” söyleyen de. Eh, en yüksek makamda oturan kişi, “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” demedi mi? Hadi, buraya kadar “zırva, komik” deyip geçelim, ya sandık? Ülkenin kaderini zırvanın tayin etmesi de mi komik?
Cehaletle cesaret arasında gizli bir uyum mu var acaba? Bakıyorum,  fikri sorulunca en cesur konuşanlar, en cahiller! “Dönen dolabın” biraz farkında olanların çoğu ürkek! “Zorunlu din dersi anaokulundan başlamalı mı” sorusuna, dinci, “çocuklarımızın dinimizi öğrenmesi niye kötü olsun” diye çemkiriyor, cahil “çok yerinde bir karar” diye çalkanıyor! Aklı başında olanlardan “elbette kötü, topluma yapılabilecek en büyük kötülük! Her şeyden önce tek inancın dayatması, dinci faşizmin karanlık hesabı” diye öfkesini dışa vuran neredeyse yok! Konu cami, ezan falan olduğunda manzara yine aynı. Cami dikmedikleri yer kalmadı, koruma altındaki yeşil alanlar ve sahillere dek uzandılar. En ufak tepkiye dincilerin en yumuşak yanıtı, “ezan sesinden rahatsız mı oldunuz” türü hırıldanma! İlericiler ise, ne düşündüklerini “camiye karşı değiliz ama burası sit alanı” falan diyerek “dinci tepkiye bulaşmadan” söylemek için, bin dereden su getiriyor. “Evet, beni rahatsız ediyor! Her köşede, her sokakta caminin ne işi var? Evin iki yanında sabahın köründe, mikrofandan bangır bangır bağıran imam sesiyle uyanmak zorunda mıyım? Sabah namazına kalkacak kişinin evine bir çalar saat koyması çok mu zor” demek sanki suç, diyen yok!
Dinci yobazlık, karanlığın en koyusudur. Düşünmeye değil tapınmaya, akıl gücüne değil akıl güçsüzlüğüne dönüktür. Tapınmak aydınlanmaya, gelişmeye, bilime, insanın ve toplumun özgürleşmesine değil, aptallaşmaya, köleleşmeye hizmet eder. Bir toplum için en büyük tehlike “tapınmacılığın”, yani aptallaşmanın yaygınlaşmasıdır. Öyle bir toplum, teslim olmuş toplumdur. Akıl gücünden yoksun bir toplumu paranın güçlüleri yönetir. Bayrağı korkudur. Sandık, bu teslimiyeti perçinler! Kaderi değiştirecek olansa, örgütlü halk güçleri, cesaret ve sokaktır!

* * *
Neden acaba aklı olan insan evrenin en aptalı
Arıya sordum, “ben balımla doymasını bilirim” dedi
Eriğe sordum, “ben dalıma uymasını bilirim” dedi
Doyumsuz ve uyumsuz insansa ha bire kendini yedi

15 Şubat 2015 Pazar

Sol Dergi yazı




Diren, ulaşırsın!
 Seçimde oyların yüzde 36,3’ünü alsa da Çipras, yemin törenindeki tavrıyla halkının en az yüzde 80’inde sempati ve destek buldu. Dini yemini reddetmesine bir-iki cızırtı dışında tepki gelmemesi bunun kanıtı. Yunanistan “din ve devlet işlerini birbirinden ayırmayan” tek AB üyesi. Anayasasında “devletin Ortodoks kimliği”ne vurguyla “devlet ve Kilise ilişkilerinin birliği” öngörülüyor. Bir yanı bu, fakat diğer yanına, yani “din ve devlet işleri” konusundaki gelişmelere ve halkın bu konudaki kültür düzeyine bakmadan, bizim Hacı Arınç gibi “bu vesileyle laiklere bir şey söyleyeceğim, meğer Yunanistan laik değilmiş” diye “mavra” yapan, tıpkı Hacı Arınç gibi balıklama daldığı çamura çakılır! Yunan halkının büyük çoğunluğu Çipras’ın “yemin tavrı”nı saygı ve sempatiyle karşıladı. Ateist olduğunu belirtmesini de  “kâfir”liğinin değil, “dürüst”lüğünün kıstası saydı.
2000 öncesinde Yunanlı kimliğinin din hanesinde kişinin “Ortodoks Hıristiyan” olduğu kaydı vardı. Simitis hükümetinin “AB Uyum Yasaları” nedeniyle “kimlik belgelerinden din hanesinin kaldırılması” için hazırladığı önergeye Kilise karşı çıkmış, dahası “halkımızın çoğunluğu din devlet birliği istiyor, inancımız gururumuzdur” sloganlarıyla karşı kampanya açmıştı. Kilise’ye rağmen önerge yasalaşmıştı. İnsan hakları kuruluşları, aydınlar, sosyalist ve komünist hareketler, “devlet-Kilise ilişkisinin insan haklarına dayalı, çağdaş ve laik ölçülerde düzenlenmesi” için mücadele ettiler. İnsan Hakları Kuruluşu’nun hazırladığı yasa taslağı kamuoyunda olumlu yankı buldu. Fakat 2004 Karamanlis hükümeti bu konuda Anayasa değişikliği istemedi. PASOK da “oy kaybederiz korkusu”yla üstüne gitmedi. Din ve devlet işlerinin ayrılması ve laisizme geçilmesi konusunda, sadece Yunanistan Komünist Partisi ve Sol İttifak ısrarlıydı. 2010’da Papandreu hükümeti, ekonomik krizden çıkmanın bir olanağı olarak Kilise mülklerini  devletleştirmeye başladı. Kilise’ye de “mensuplarının maaşlarını devlet ödeyecek” güvencesiyle “sus payı” verdi! Aynı dönemde insan hakları kuruluşları ve devrimci kuruluşların laisizm konusundaki mücadele ve yasa önerileri halkta büyük sempati topladı. Anketler halkın yüzde 76’sının laisizm istediğini gösterdi. Kilisenin “halkın çoğunluğu din devlet birliği istiyor” tavrının ayakları havada kaldı! 
Yunanistan’da her yeni hükümet, Başpiskopos huzurunda yemin ediyor. Parlamento bu törenle “taktis” ediliyor. Bu törenlerde oturdukları yerden ayağa kalkmayarak Yunanistan Komünist Partisi (KKE) vekilleri “dini yemin töreni”ni proresto etmekteydi. Çipras’ın yemin etme tavrı, bu gelişmelerin üstünde çiçeklendi! Yani temelsiz bir çıkış değil, gelişmeleri doğru toplamış, mücadele kökü olan bir tavırdı. Seçim zaferiyle birlikte Çipras tartışma odağı oldu. Herkes onu bir yanıyla tartışıyor. Tartışsın. Tartışmak da gerekir. Ama daha ilk günkü yemin töreni tavrı, başlı başına gelişmedir. Hem de o noktadan artık geriye dönüşü olmayan. Halka verdiği sözlerden yüzde kaçını tutabilir, bilmem! Ama laiklik konusunda verdiği sözü layıkıyla tuttu ve yerli yerine oturttu: Yunanistan’da din sultası temelinden sarsıldı. Darısı Türkiye’nin başına. Çipras’ın yeminde İncil’e el basmama tavrını, onun “ateist olmasına” bağlamak da eksik kalır. Hatta bizim sinsi dinciler, “dinsize normal” diye yorumladı! Oysa o tavır, inançlı ya da ateist, laik siyasetçi tavrıdır. Halkın tepki değil, tam tersi saygı ve sempati duymasındaki anlam budur. Çıkarılması gereken diğer ders ise: demek ki dinciliğe ödün vermeden mücadele mümkün. 
Bu  şöyle de söylenebilir: Mücadelede kazanmak için “inançlara saygı” örtüsü altında dini siyasete bulaştırmak (yani dinciliğe ödün), demek ki safsataymış! Düşünün ki, dinciliğin “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” gibi “ruh ve zekâ özürlü” dejenere bir lafı bile, kendini “sol”da sayan çok kişide maya tuttu! Yobazın oltasına takılıp birçok değeri bu lafla karalayan “sol”cu az mı? Aziz Nesin gibi bir dehayı bile, “Müslüman mahallesinde salyangoz satıcısı” yaptılar! Sonuç ortada: Dinci faşizm!
*    *    *
Ne deprem korkunç geliyor bana, ne sel, ne yanardağ
Korkunç olan zulüm, talan ve doğaya ihanettir;
Yeter ki kucaklasın barışkın ve sevecenlikle
Doğa insana korku değil, sadece coşku verir





6 Şubat 2015 Cuma

Sol Dergi Yazi


Katliam doymazlığı
Zulmün hesabını ‘ahrete havale etmek’ zalime teslimiyetin bir biçimidir!
Dinci kafanın egemen olduğu bir toplumda (ve o toplumun yaşadığı coğrafyada) halk ve hayat düşmanlığının boyutu sanılandan da büyüktür. Ölçüye sığmaz. Her gün gazetelerdeki “bunu da gördük”, “inanmayacaksınız ama o da oldu” türü haber başlıkları, bu “ölçüye sığmazlığın” şaşkınlık nidalarıdır! Dinci yobazlık bir yere egemen olmaya görsün, hele ki emperyalizm ve kapitalizmin taşeronu olarak! Zati Sungur’un “abra kadabra” yöntemleri gibi “Yoksul Cumhur”un da “bakara makara”cı yönetenleri var! Halkı “ahret”le uyutup, dünya nimetlerine yalanla dolanla, rüşvet ve talanla balıklama dalarlar! Öğüre böğüre yağmalarken, hiçbir canlıya ve doğaya acımazlar! Hayat düşmanlığı başka ne ki? İşte Türkiye! Yobaz, bir elinde din kalkanı, diğerinde din palası, hayata her alanda saldırıyor. Saldırısı da dine dayalı, savunması da! Bilgi, akıl, vicdan, izan “hak getire”! 
Şunun şurası, yeryüzünde “Bilen İnsan” (Homo Sapiens) haline 50 bin yıl önce kavuşan, son 3 bin yılında “tek tanrılı din”i, son 200 yılında “kapitalizmi” keşfeden “insan” sıfatlı canlı türü, deniz kaplumbağalarının 200 milyon yıldır gelip yumurtladığı İztuzu Sahili’ne “han-ı yağma” hırsıyla saldırdı. Hayat safındaki duyardı insanlar bu alçaklığa karşı direnince İmam, “Allah yarattığı canlıyı korur, kaplumbağaya yumurtlamak için başka yer gösterir” diye cırıldadı! Kuşların göç yoluna kurdukları hızlı tren hattında lokomotif kuş sürülerini biçe biçe gidiyor! Bilim adamlarının uyarısı, çevrecilerin tepkisi karşısında İmam, “kuşlar zaman içinde trene alışır, Allah kanat verdiği kuşa başka göç yolu gösterir” diye hırıldadı! İmara açmak için “cami yapma” bahanesiyle Validebağ Korusu’na saldırdılar. Bölge halkı ve her kesimden hayat dostları direnince İmam, “ezan sesinden rahatsız mı oldunuz” diye homurdandı! Ormanlar, zeytinlikler, vadiler, dereler... say ki sonu gelsin! Kapitalist doymazlığın, dinci yobazlığın saldırmadığı alan kalmadı. Şimdi İBB “köpekleri barındıracağız” örtüsü altında “toplama kampları” inşa ediyor. Hani, ecdatları 100 yıl önce İstanbul’un köpeklerine Hayırsız Ada’yı “katliam kampı”na çevirmişti  ya, bu da onun “zamana uydurulmuş” tekrarı! Köpekleri toplayıp bu “kamp”lara dolduracaklar! “Hesap içinde hesap” kurnazlığıyla! İlkin: Bu kampların şehir merkezlerinden uzakta olması “hayvan katliamcılığı”nı gözlerden gizleyecek. Hayvanları gizlice ve sinsice katledecekler. Sonra: “Hayvan barınakları kuruyoruz” maskesi altında o bölgeleri imara, yani yağmaya açmış olacaklar! Sarıyer Kısırkaya’da planlanan “hayvan barınağı” ile Kuzey Ormanları ranta açılacak. Tuzla’da yapımı planlanan “hayvan toplama kampı”, zaten ormanlık alan ve 2B arazisi içinde. (“İBB Meclisi’nden geçen imar planıyla Tepeören’de 1 milyon 402 bin metrekare arazi hayvan barınağı olarak planlandı. Barınak için planlanan alanın yaklaşık 680 bin metrekaresi orman alanında kalıyor. ‘Bu alanda sahipsiz hayvanların toplanması, üremelerinin kontrol altına alınması, tedavi ve aşılama gibi rehabilitasyon hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla’ hayvan barınağı kurulması için Orman Bakanlığı, 2012’de İBB’ye ön izin verdi. Alanın yaklaşık 723 bin metrekaresi ise 2B arazisi. Araziye 2 katlı tesisler inşa edilecek.”) Yağmaya, katliama doymuyorlar. Savunmasız canlılara omuz vermek her şeyden önce insani bir görevdir, hayat borcudur. İnsanın, yaşadığı doğaya sahip çıkması ve uğrunda direnmesi, katliamcıya, yağmacıya karşı dövüşmesi, insanı insan yapan yüce ve başta gelen değerlerden birisidir. Kısırkaya’daki “hayvan  barınağı” 20 bin hayvan kapasiteli (yani “20 bin hayvanı imha” kapasiteli)! Dahası: Kuzey Ormanları’na doğru rant, talan ve yağma adımıdır! Hayata duyarlı insanlar direniş çağrısı yaptı: “Sokak hayvanlarına tecrit ve soykırım uygulayacak olan, mevzuata da aykırı bir şekilde inşaatı devam ettirilen bu soykırım merkezini protesto etmeye ve çok kısa bir süre içerisinde bölgenin ranta açılmak istenmesine karşı birlikte mücadeleye çağırıyoruz.” İnsanlığın en güçlü silahı direnişidir, zulmün hesabı “ahrete havale edilmeden”, bizzat bu dünyada sorulmalıdır! Zulmün hesabını ahrete havale etmek, “zalime teslimiyet”in bir biçimidir! Çünkü: Zalimin ağzında “ahret”, puslu bir pusudur!
* * * 
Kuru dalı gözyaşımla ıslayasım gelir
Acılıya, sızılıya sevinç ekleyesim,
Yavrulamış köpek görsem besleyesim gelir
Çaresizin umudunu başucunda bekleyesim
(soL Dergi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır)