28 Temmuz 2013 Pazar

Simit sat onurunla yaşa! / Nihat Behram


Gerçeği görmeye, yüzleşmeye tahammülleri yok, tamam, ama bunların eleştiriye de tahammülleri yok! Polis hakkında bir eleştiri yapmaya görün, “Bir iki çürüğün yaptığını bütün teşkilata saldırı fırsatı olarak kullanmayın” diye başlıyorlar homurdanmaya! Önce şu “bir iki çürük” meselesi: Acaba gerçekten öyle mi? Son on yılında polisin saldırı, gasp, dayak, işkence, cinayet, küfür, tehdit türü hangi suçlara ne oranda katıldığı, hangi alanlarda kaç kez insan hakları ve yasaları çiğnediği, polis tarafından değil, bağımsız hukukçular, baro, insan hakları kuruluşları tarafından araştırılıp halka açıklansın, görelim! Belki “biri ki çürük” bile yok, sütten çıkmış AK kaşıktır!
Yan koridorda mahkemelere sahte belge hazırlandığını bilen biri, bu koridorda içi rahat nasıl çalışır? Odanın birinde suçsuz insanların telefonlarına, bilgisayarlarına düzmece suç kanıtları yerleştirilirken, öbüründe içi rahat nasıl oturur? Arka bahçede TOMA’ların depolarına zehirli ilaç doldurulurken, bodrum katta işkence yapılırken, üst katta gizli tanık ifadeleri hazırlanırken, kapıdan numaraları silinmiş kasklarına, coplarına, dipçiklerine, botlarına saldırdıkları gençlerin kanı bulaşmış Çevik Kuvvet elemanları girip çıkarken, bu ‘insan trafiği’nde çalışan kişi trafik polisi bile olsa, içi sızlamaz mı?
Polis kendini ne sanıyor? Sonuçta devlet memuru değil mi? Devletin diğer kurumlarındaki memurlar gibi bütün kurallara ve yasalara harfiyen uymak zorunda değil mi? Memur yönetmeliği, memurun uymak zorunda olduğu kurallar, halka, kamuya hizmetin ölçüleri polisi kapsamıyor mu? Bu yönetmeliklerde, kadın avukatın kolunu kırmayı, yerlerde sürüklemeyi, sokakta insanlara çivili sopalarla girişmeyi, kafaya kurşun sıkmayı, işkenceyi hak sayan maddeler mi var? Diğer devlet kurumlarındaki memurlar, hastanede doktorlar, okulda öğretmenler palaskayla, copla, dipçikle mi insanlara hizmet veriyor? 40 kişiyi kesip kanını içmiş bir caniye bile devlet güvenlik güçlerinin fiske vurmaya hakkı yoktur. Suçtur. Sadece son iki ayda, kitle halinde polisin saldırılarında binlerce öğrenci, aydın, sanatçı, kadın erkek halktan suçsuz insan yaralandı, sakat kaldı. Linç edilenler oldu! Polis kendini ne sanıyor? Ağır ceza reisi mi? Diyelim ki öyle sanıyor, var mı ağır ceza reisinin kör etme, işkence, dayak hakkı? Hangi devlet kurumunda suç oranı bu denli yüksek? Tüm devlet kurumlarındaki suç oranını polis kurumundaki suç oranıyla kantara vurun, bakalım hangisi ağır basacak!
“Bir iki çürük”müş, “Her kurumda çıkar”mış, “Bir iki çürüğün yaptığını tüm teşkilata mal etmek yanlış”mış! Tamam, ayıkla o zaman çürüğü. Tepkini koy! Sessiz durma, üstlenme! Evindeki elma sepeti daha mı önemli ki, çürüğü hemen ayıklıyorsun? Eğer ayıklamazsan diğerini de çürüteceği bilgisi sadece elma sepeti için mi geçerli? “Bir iki çürük”müş! Nasıl çürükse, “üstün hizmet madalyalı”!
İstatistik yapsalar, halkın kaçta kaçı polise güvendiğini söyler. Hatta tüm halka değil, sadece “Diktatörün % 50 si”ne sorsunlar! Eğer bir ülkede büyük çoğunluk polise güvenmiyorsa, o ülke bitmiş demektir. Binlerce üniversite genci, aydın, sanatçı, milyonla halk insanı haftalardır sokaklarda, “Copunu bırak, kaskını çıkar, TOMAN’dan çık, yan yana duralım, bakalım hangimiz delikanlı!” diye şarkı söylüyor. Hayat dolu şarkı, ordulardan kuvvetlidir! “Simit sat onurunla yaşa!” diye bağırıyorlar. Polisinin böyle bir tepkiye maruz kaldığı ülkede durum çok hazin demektir. Gençler böyle bağırıyor, polis ise, kaskındaki numarayı da silip, silah, gaz, cop, dipçik, çivili sopa ne bulduysa onunla saldırıyor! Dünyaca ünlü binlerce aydın, sanatçı, bilimci, siyasetçi tepki verdi. Merak ediyorum, günlük yaşamda halkın içinde “Ben Çevik Kuvvet’im” diyerek göğsü kabarık gezebiliyorlar mı? Bu kurum yarın tasfiye olsa, iş ararken “Çevik Kuvvet’te polistim” referansı işe yarayacak mı? Hele ki madalyalısı! Yazık!
Polisin, insan haklarına, yasalara uymaktan, kim verirse versin, yasal olmayan emirleri reddetmekten, içindeki yasa ve insanlık dışı işlere bulaşanları ayıklamaktan başka çaresi yok! Devlet memurunun görevi iktidar kulluğu değil, halka hizmettir. Kalıcı olan halktır. Kendini iktidar gören, iktidarla düşer!
***
Shakespeare: “Hiçbir miras dürüstlük kadar değerli değildir.”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

26 Temmuz 2013 Cuma

‘İktidar gasbı’nın ‘darbe’den farkı ne? / Nihat Behram

“ABD desteği, seçim manipülasyonu, seçim sisteminin yamukluğu, sivil darbe” ne derseniz deyin, şu ya da bu, AKP bir biçimde iktidara geldi. İlk dönemde kurumlarda yapılanmak için takabileceği bütün maskeleri taktı. “Demokratik açılım, darbelerle hesaplaşma, komşularla sıfır sorun, inançlara eşit uzaklık, Kürt açılımı, Alevi açılımı, vesayeti bitirme, düşünce özgürlüğü, derin devleti çözme, şeffaf yönetim, yargı reformu, barış, faili meçhuller, tarihteki katliamlarla yüzleşme” gibi aklınıza gelen ne varsa. Bu maskeler altında son hızla kurumlarda tasfiye ve yapılanma için kolları sıvadı. Bu süreçte, ABD ve AB’nin her türden desteği bir yana, soldan devşirme liberaller onun maskelerine cilacı oldular. Bu, ‘cilacılık’ insanlık tarihinin görüp görebileceği en büyük ihanetlerden biriydi. Liberaller perde önünde ‘demokrasicilik’ oynayıp halkı oyalarken, AKP perde gerisinde dinci faşizmi yapılandırdı. Şu anki yönetim açık biçimiyle ‘dinci faşist dikta’dır. RTE’nin ‘diktatör’ olduğunu söylemek içinse, demokrasinin ‘d’ sinden haberdar olmak yeterlidir. Bunun en açık sonucu ise şudur: hangi yoldan ve nasıl gelmiş olursa olsun, diktatör, gitmemek için, yalan, iftira, şiddet, sahtekârlık, katliam, işkence, zulüm her yola baş vurur. Faşizmin iktidar konumuna en açık tanım ise ‘iktidar gaspı’dır!
İktidarın dili yalan kızağı; ağızlarında kayan yalanın bini bir para. Yalanları ortaya çıkmış çıkmamış, umurlarında değil. Yalanları gözdağına dayalı. Halka yönelik gözdağının da bini bir para. Baskıyı, şiddeti, cinayeti sıradanlaştırdılar. Diktatör açık açık, polisten imam hatip kökenlilere dek hükmettiğini düşündüğü resmi-sivil güçleri halka karşı kışkırtıyor. Polis zaten zıvanadan çıkmış durumda. Özellikle de Çevik Kuvvet. Yasalar, adalet, insan hakları, hak getire. Hiçbir ölçü tanımıyorlar. Bu denli acımasız, barbar, vahşi, saldırgan olmalarının nedenlerini psikologlar, siyaset ve toplum bilimciler ayrıca incelemeli. AKP döneminde hangi eğitimden geçirildiler, hangi kesimlerden seçildiler, neyle dolduruldular ki üniversite gençliğine, aydınlara, kadınlara karşı böyle kudurmuşcasına intikam hırsıyla saldırıyorlar. Sadece ‘verilen emir’ le açıklanabilecek bir şey değil. İşin bu yanı ayrı. Ama görünen gerçek şu: Polis insanların gözünü oyup ateşe atacak, gencecik insanları sopalarla linç edecek denli vahşet sergiliyor. Daha da hazini: Haklarında işlem yapılacağına ‘şeref madalyası’ veriliyor. Çevik Kuvvet sanki devletin polisi değil de iktidar milisi gibi! Bütün dünyada tepki bulan ve Emniyet Teşkilatı’nın genelini de töhmet altında bırakan insan hakları tanımazlığı, linçlere varan barbarca saldırısı, iktidara milis tavrı, Emniyet’in diğer birimlerini hiç mi rahatsız etmiyor. Rahatsız olanlar var da, iktidarın hot zotundan mı çekiniyorlar? Kişisel korkuları ülke menfaatinden daha mı önemli? Ülkelerinin doğası ve özgürlüğü için ölümü göze alan gencecik insanları hangi duyguyla izliyorlar? Polis, direnişçilerin şiddete şiddetle karşılık vermeyen, hoşgörülü, üstüne gelindiğinde geri çekilen yapısına bakıp, onları ezeceğini sanıyor. Ama tarih, halkın haklı direnişini ezebilmiş polis gücüne daha tanık olmadı. Tam tersi, yani halkın karşısında toz duman olmuş zorbalık örneği ise sayısız.
Faşizmin uyguladığı baskı ve gözdağı balona üflenen havaya benzer. Üfleyenin elinde patladığı bir sınırı vardır. Diktatörün ‘demokratlık’ gibi bir ‘derdi’ olmadığı için, gözdağı, yalan, iftira, ihbarcılığa teşvik, yasa ve insan hakları tanımazlık onun yapısıyla çelişmiyor. Kuklaları ondan aldığı gazla daha da pervasız. Gezi Parkı’nda evlenmek isteyen çiftin şenliğine bile ‘çapulcu vandallığı’ diye saldırdılar. Gelinen yer, sözün bittiği noktadır. O noktada, direnişin “Bu daha başlangıç” duygusu, hayatla daha güçlü bütünleşir. Faşizmin balonu patlar! Halk, “Senin akrebin, TOMA’n, polisin, valin, yasan, kapı kulu yargın, gözdağın, zindanın varsa benim de ‘hayatın beslediği’ bitmez direniş gücüm var” der! Bakalım hayat mı kazanır, hayata düşman zorbalık mı? Balonun patlaması, büyük toplumsal acıları da birliğinde taşır. Seçimle geldiği halde iktidarı gasp etmiş olan Hitler, insanlık ve halkın direnişi sonucunda, yağcıları, kulları, yandaşları, cilacıları, ihbarcıları, katilleri, yargı piyonları, sandık masalları, milisi, polisi, Gestaposuyla birlikte defolup gitmeye mahkûmdu, gitti. Çok büyük toplumsal acılara neden olarak; ki, açtığı yaralar hâlâ kanamakta. Yalanın en büyüğü ‘İktidar  gasbı’nı halka ‘demokrasi’ diye sunmaktır. RTE’nin yaptığı budur. Bu yalan tıpkı Hitler’inki gibi ‘sandık’ta kuluçkaya yatmıştır.
* **
Victor Hugo: “Yalanın azı çoğu yoktur, yalan söyleyen her yalanı söyler!”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Temmuz 2013 Pazar

Yurtsever sanatçı ve aydınlar faşizme karşı halkın canlı kalkanıdır


 Yurtsever sanatçı ve aydınlar faşizme karşı halkın canlı kalkanıdır

Nihat Behram

nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
21 Temmuz 2013, 13:02
Sanatçılar Girişimi’nin, 200'e yakın değerli sanatçının imzalarıyla yayımladığı “TMMOB bütün bir ülkenin ortak değeridir” başlıklı açıklaması, Haziran Halk Direnişi’nin doğal parçası olarak anlamlıdır: “Ülkemizde; İnsan hakları, demokrasi, hukuk, eşitlik, adalet , özgürlük , hak arama için; her tür talan ve yalana karşı insanlık ayağa kalkmışken uygulanan faşist baskı, bütün bir devlet aygıtını kurum ve kuruluşları ile işgal eden AKP diktatörlüğünün siyaset yapma biçimidir. Ülke içinde ve dışında  tüm işlevini yitirmiş ve her anlamıyla yetkisizleşmiş olan bu diktatörlük, gece yarısı operasyonları ile torbalar dolusu yasalar çıkarma suçluluk ve aymazlığını da sürdürmektedir. TMMOB’ne karşı hak gaspını içeren ve bunun üzerinden de tüm sivil toplum kuruluşları ve meslek örgütlerinin  geleceğini karartmaya yöneldiği açık olan ‘yeni düzenleme’ kabul edilemez bir aklın ürünü ; faşist, despotik bir kalkışmadır. Söz konusu yasayı şiddetle reddediyor ve sorumlularını bu yanlıştan bir an önce geri dönmeye çağırıyoruz. TMMOB bütün bir ülkenin ortak değeridir ve öyle de kalacaktır.”

Tam da bu bildiride altı çizildiği gibi, özellikle de Haziran Halk Direnişi’nden sonra, faşist baskı, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde AKP diktatörlüğünün siyaset yapma biçimi olmuştur. AKP, insan hakları ve çağdaş hukuk açısından zaten kırık dökük olan eldeki ‘kağıt üstü yasa’ları bile çiğneyerek halk güçlerine, halkın değerlerine saldırıyor. Zorbalık ve hukuksuzluk sembolü ‘Şafak Baskınları’nı sıradanlaştırdılar. Zindanları insanla doldurma gerekçeleri, Nazi dönemine bile rahmet okutacak cinsten. Zehirli gazdan korunma maskesini ‘suç aleti’ diye kayda geçiren ‘adalet adamları’na tarih ilk kez tanık oluyor; yaşları 20'ye değmemiş yurtsever gençleri linç yöntemleriyle katledenlere, özgürlük isteyen halkı gaza boğan barbarlara devletin ‘şeref madalyası’ verişine de!

Yetmedi, semt serserilerini ‘sivil faşist milisler’ olarak örgütlemeye başladılar. Ellerine pala, silah, sopa verilip, özgürlük için direnen halka saldırtılan bu katiller, göstermelik olarak gözaltına alınıyor, sırtları sıvazlanarak salıveriliyor. Sivil faşist milis örgütlenmesine yeşil reklam ışığı olarak. Hitler, Mussolini dönemlerinin ‘kara gömlekliler’i de böyle örgütlenmişti. Bu konuda okurlardan gelen bilgiler içler acısıdır. Bir okur şöyle uyarıyor: “Semtimizin yağmacı lümpenleri bir ara kayboldu. Umre’ye götürüldükleri söylendi. Döndüklerinde sakallı ve şalvarlıydılar. Daha da saldırganlaştılar. Eski lümpen yağmacılıkları yanı sıra şimdi halka AKP propagandası yapıyor, dinci faşist gözdağı uyguluyorlar!”

AKP diktatörlüğü Haziran Halk Direnişi’nden sonra, açık biçimde ‘cadı avı’ başlatmıştır. Direnişe katılan evlatlarımızdan, demokratik kitle güçlerinden, devrimci hareketlerden intikam almak istiyor. ‘Hukuk’ adı altında hukuk dışılık tarihin hiçbir döneminde bu denli kudurmadı! Artık ‘düzmece belge’ye bile gerek duymadan gözaltına alıyor, işkence uyguluyor, tutukluyor, işlerine gelmeyen kurum, kuruluş ne varsa saldırı hedefi kılıyorlar. Adaleti, iktidarın ‘emir kulluğu’ olarak anlayan yargı güçleri, tarih ve insanlık karşısında ağır bir vebalin altına girmektedir. Daha da ötesi, buna alet olanlar, affı asla mümkün olmayan biyük bir insanlık suçu işlemektedir. Hem de ‘adalet’ adına!

Diktatör, “sandık zaferiyle” dese de, seçim manipülasyonları ve ABD güdümlü sivil darbeyle yönetime gelen dinci faşist dikta, insan haklarını, insanlık değerlerini, halkımızı intikam saldırılarının hedefi kıldı. Bu insanlık dışı uygulamaların karşısına dikilmek, Haziran Halk Direnişi’ne sahip çıkmak, faşist intikam saldırılarına hedef olanlara omuz vermek, iktidarın kara yüzünü dünyaya teşhir etmek, insanlığın vicdanına seslenmek, aydınlar ve yurtsever sanatçıların boyun borcudur. Aydınlar, sanatçılar halkın öz gücüdür. Gücünü kuşanan halk yenilmezdir. Faşizmin intikam için saldırdığı halka tabi ki aydınlar, yurtsever sanatçılar gönülden ‘canlı kalkan’ olacak. Sanatçılar Girişimi’nin çağrısı bu anlamdadır.

__________________________________

Dörtlük

Sadece kendi gücüdür karıncayı hayatta tutan

Çam da gürgen de kendi gücüyle gürlüğüne kavuşur

Kırlangıç kendi gücüyle uçarak sıvar yuvasını

Kendi gücünle ulaştığında özgürlük anlam taşır

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Affın sınırı ne?


 Affın sınırı ne?

Nihat Behram

nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
17 Temmuz 2013, 12:25
Yıllar ve yıllardır sisteme kürekçilik yaptılar. Sistemin her tür siyasi pisliğine bulaştılar. AKP dinci faşizminin kurumlaşmasına, RTE diktasının kemikleşmesine hizmet ettiler. Ülke aydınlarının “Tehlikenin farkında mısınız?” uyarılarına karşı, ‘AK’ adı altında kurumlaşan ‘kara’ tehlikeye örtü oldular. Yurtseverlerin, devrimcilerin yıllar ve yıllarca “Bu gidişat Osmanlıcılığa, dinci faşizme, savaş taşeronluğuna, diktatörlüğe” diye toplumu uyarmaktan nefesleri kurudu. Bunlarsa yurtseverler ve devrimcilere en kirli saldırıların içinde oldular. Düzmece davaları, aydınlara dönük baskıları alkışladılar. Bunların bir kısmı şimdilerde, “gidişattan kaygılıyız” demeye başladı. Ama geçmiş hallerini gözden geçiren bir duyguyla değil, sanki baştan beri aynı şeyi söylüyorlarmış pişkinliği ve ses tonuyla.

Bilinçsizlik, korku ya da iyi niyetinin kurbanı olmuş bir kişinin, tehlike kapıya dayandığında ‘aklı başına gelip’ yanlışından dönmesi, tabi ki kabul ve saygı görmesi gereken bir durumdur. Ama ruhunu zalime kiralamış bilinçli alçağınki değil. Çünkü bunların omurgaları ‘hainlik düzeneği’ dir. Bunların, “Kan dursun, analar ağlamasın” demelerine de bakmayın, “gidişattan kaygılıyız” demelerine de. Ellerinde, eteklerinde Suriye, Libya, Irak’ta akan kan var. Kursaklarında ABD bahşişi, sırtlarında Soros hırkası.

Yıllar ve yıllardır, o ülke senin bu ülke benim, dünyada ABD ve taşeronu AKP’nin politikalarına megafon olmuş, RTE’nin erketeliğini yapmış, daha da ileri gidip, Esad’a “Sonun Kaddafi gibi olsun istemiyorsan ülkeyi ter ket!” tehdidi savurmuş O. Pamuk, “gidişattan kaygılı”ymış! Milyonlarca insanı kapsayan halk direnişine karşı en büyük provokasyonlardan biri, bizzat RTE’nin söylediği “Kabataş’ta hamile ve bebekli türbanlı hanıma saldırdılar” iftirasıdır. Bugüne dek bunu kanıtlayacak tek belge ortaya koyamadılar ama bütün gerici, dinci, faşist medya bu söze sarıldı. Yapıları gereği doğal. Peki, ‘İleri Demokrat’ gazeteci sıfatıyla İ. Berkan’ın “Olay maalesef doğru, görüntülerini izledim” derken yaptığı ne? Yalan tezgahına erketelik değil mi? Kendisine “Hangi görüntüleri izledin” diye soran soL muhabirine de sinirlenmiş ve “Gazeteciyim, bana haber kaynağımı soramazsınız” diye kıvırtmış.

RTE’ye kürekçi oldukları dönemde, karşılıklı kalplerimizi kırma pahasına tartıştığımız ‘yetmez ama evet’çi kimi arkadaşlarımız ‘pupa yelken’ açıldıkları ‘İleri Demokrasi Denizi’nde fırtınaya yakalanıp ‘kayalığa’ toslayınca, ‘yelken toplayıp’ kıyıya döndüler, ayakları yere bastı! Hem de ‘direnişçi ruhu’yla ve muhalif yayınlar ve mekanlarda! Güzel, sevinilecek bir durum. Güzel de, üç beş sözcükle olsun “Ülkenin bu çukura düşmesinde suçumuz var” türü bir özrü (bizi geç) halktan dilemeden bu ‘heyecanlı direnişciliği’ içlerine nasıl sindiriyorlar? Aşırı iyicil bazı arkadaşlarımız, ‘yanlışından dönüp gelen gelsin’ diye düşünüyor olabilir. İyi de, devrimcilik Mevlevilik değil. Hatasını fark edince köpek bile utanır ve ‘af dileme gösterileri’ yapar. Tamam, gelen gelsin de, yanlışıyla hesaplaşarak gelsin.

Diğer kesimde ise gedikli hainler, kaşarlı halk düşmanları var. Bunların affı asla mümkün değil. Ağızlarıyla ‘af kuşu’ tutsalar bile, halka hesap vermekten kaçamayacaklar. İşkenceciler, ihbarcılar, yalancı tanıklar, düzmece suç dosyacıları, sahte delil üretenler, halkın evlatlarına barbarca saldıranlar ve bu saldırıların emrini verenler halka sürekli anımsatılmalıdır. ‘Göz oyup ateşe atan polisin gözünü de biz oyalım’ demiyorum, ama açık gözüyle her suçun bir bedeli olduğunu ona göstermek de adaletten yana olanların boyun borcudur. Gencecik direnişçiyi kurşunlayıp elinde tabancasıyla kaçışı görüntülenmiş polis için “Bileğine gelen taş nedeniyle tabancası düşmüş ve patlamış” diye rapor tutan savcıya, görevi halka ve adalete hizmet iken ‘iktidar kulluğu’ yapmanın ağır insanlık suçu olduğunu anımsatmak da. Halk düşmanlığı kimsenin yanına kâr kalmamalı.

_______________________________________
Emiliano ZAPATA:

“Gerektiği için yapmış olabilir diye hırsızı, katili bile affedebilirim, ama haini asla!”

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Temmuz 2013 Pazar

Hakkını haram etmek yetmez!


Hakkını haram etmek yetmez!

Nihat Behram

nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
14 Temmuz 2013, 12:20
Geçtiğimiz haftaki ‘Vergiyi haram etme hakkı’ başlıklı yazımdan sonra okur beni ‘dert sağanağı’na tuttu. İnsanlarımızın içi nasıl da dert ve öfkeyle dolu. Derdin bini bir para. O yazıda ‘Hakkımı haram ediyorum’ demiştim, ama haram etmenin ne yararı var? Sahtekârlık, yalan, yağma, halkı güdülecek koyun yerine koyma anlayışı iktidarda. ‘Hakkım haram olsun’ sözünde takılıp kalmış ‘kibar lanet’in sesi bile duyulmaz. ‘Yağmur yağdı’ der güler geçerler! Konu yok ki, çevresindeki yağma hesaplarının boyu Kafdağı’nı aşmamış olsun! Hangi birini sayacaksın? İşte en sıradan bir örnek: Dünyanın hiçbir ülkesinde, oraya gittiğinizde ‘telefon kaydı’ adı altında 5 kuruş alınmaz. Türkiye 130 lira haraç alıyor. Vermesen telefonun kapanıyor. Nedenini soruyorsun, ‘kaçak telefon için önlem’ diyorlar! İşin tuhafı kaçak telefon satışında da dünyanın hiçbir ülkesi Türkiye ile yarışamaz! Kısacası, açık soygun. İlkin 5 lira dediler, ses çıkaran olmadı, 30 lira yaptılar, ses çıkaran olmadı, şimdi 130 lira! Toplu direnmeden başka çare mi var? ‘Haram olsun’ diye diye ödersen sadece ‘Rabbime şükür!’ derler.


İşte, 101 liralık ‘ehliyet yenileme’ vergisi! Halkın toplu direnişine toslayınca ‘soygun hesabı’ geri tepti. 15 liraya indi! Soyguna, yağmaya, halkı koyun yerine koymaya toplu diklenmekten başka çare mi var? İsterse yasa olsun! Kimsenin, en temel insan haklarını açıkça çiğneyen yasayı dayatmaya hakkı yok. AKP’nin, ‘Meclis çoğunluğu’na dayanarak, aklına estiği gibi, aklına estiği yasayı çıkarmadığı konu mu kaldı? Sabaha karşı çıkardığı bir yasayla ‘herkes kazancının yarısını hükümete verecek’ dese uyacak mıyız? Direnmenin yolu ne? Halkın öz gücü değil mi? İtirazların, yasal iptal başvurularının hiçbiri işe yaramıyorsa (ki yaramıyor) toplu direnmenin dışında çare yoktur? ‘Toplu direnme’ diyorum, çünkü toplu hareket etmeyen mazlum, zaten zalime yemdir. İktidarbaşı, ikide bir muhalefet için “İki koyun güdemezler!” diyor. Elinde ‘kanun kavalı’ olanların halk hakkında ne düşündükleri belli değil mi? ‘Soygun yasası’ soygunu kılıfına uydurmaktan başka nedir ki? Ya güdülmeye razı olacaksın ya da anladıkları dilden, yani toplu direnme ve sivil itaatsizlik diliyle karşı duracaksın.


Geçen haftaki yazıma gelen mektuplardan birinde Yücel Demir adlı okurum çığlık sesiyle şunları yazmış: “Sayın Behram ‘Vergiyi Haram Etme Hakkı’ başlıklı yazınızı okuyunca sesimizi duyurabilmek umuduyla yazıyorum. Ben 52 yaşında bir emekliyim, kahvehane yaşamım olmadığı için, eski bir teknisyen olarak 10 metrekare bir dükkanda bilgisayar tamiri yapmaya başladım. Vergimi ödüyorum. Ancak AKP Hükümeti Sosyal Güvenlik Destek Pirimi’ adı altında bir yasayla geriye dönük olarak bizi 25.000 TL borçlandırarak emekli maaşımıza haciz yoluyla el koydu. Düşününki 1977 yılında SSK’lı oldum ve 2006 yılında emekli olduğumda 30 yıllık emeğim karşılığında 33.000 TL ikramiye almıştım. AKP bunu bir kalemde geri aldı. Özelde kendimi anlatıyorum ama genelde bunun yüz binleri bulan mağduru var. Sonuç olarak zaten kıt kanaat geçinirken kredi kartları asgarilerini ödeyemediğimiz için çoğumuz bu yaştan sonra banka icralarıyla boğuşuyoruz, banka avukatları’nın yolladığı ‘Evinize çilingir ile polis ile geliyoruz’ mesajlarını silmedim. Son olarak ayda %15 olan maaştan kesintiyi 59 yaşın üstündekiler için kaldırdılar ama eski borç baki kaldı. Kaldı ki bu 59 yaş sınırının mantığını da kimse çözemedi. Emekli 59 yaşına gelmeden daha az ekmekle mi doyuyor bu da ayrı bir garabet. Sayın Behram sonuç olarak bu hırsızlığı içime sindiremedim ve birey olarak medya yoluyla her yolu deneyerek sesimi duyurmaya çalışıyorum. Bizleri bu yaşta bu durumlara sokanlara lanet okuyorum ve her kuruşumu haram ediyorum, onların haram yemeyi çok sevdiğini bilsem de!”

Haksızlığa maruz kalan ve yasal başvurulardan sonuç alamayan vatandaş ne yapsın, teslim mi olsun?

CHE:

“Her haksızlıkta öfkeyle titriyorsan, sen de yoldaşımsın!”

  Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..