Nihat Behram
nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
Panayır tellallarını, gemilerdeki işportacıları anımsatan ses tonu ve vurgularıyla bağırıyordu. Tekrarlana tekrarlana ruhsuzlaşmış cümleleri birbiri ardına sıralıyordu. Çevresindeki toplama kalabalığa, “Bu hizmetleri ayağınıza dek getirdik!” diyordu. “Bu jiletten bir paket alana yanında bir traş tarağı bedava! Daha bitmedi, 2: yanında bir kantaşı hediye; daha bitmedi, 3: yanında bir yara bandı parasız; daha bitmedi, 4: yanında bir kıl cımbızı meccani; bitti sanmayın, daha bitmedi, 5: yanında bir bıyık makası hediye!” diye mal pazarlayan işportacı gibi bir o yana bir bu yana döne dura bağırıyordu. Bütün vaatleri ve “yaptım, ettim” dedikleri “ucuza ayarlı” şeylerdi. Bakışları da sesi gibi duygusuz, ruhsuz, yapay ve ucuza ayarlıydı. Öylesine yapay ki, “acımız” derken her an sırıtmaya, “şefkatimiz” derken her an kudurmaya hazırdı! İçtenliği çakma, küfürbaz, tehditkâr, sahtenin sahtesi.
Dürüstlüğü, güveni, hoşgörüyü, sevgiyi, umudu yalanın ve kinin ağzıyla yoğuruyordu. Çevresindeki erketeler paniklerini sırıtarak örtmeye çalışıyordu. Sırıtmayan tek kesim, nereye baktıkları belli olmayan kara gözlüklü, gestapo duruşlu korumalar ordusuydu. Pazarlamacı onların arasında bir o yana bir bu yana dönerek, sahteliği ortaya çıkmış “malını” pazarlıyordu: kendi “büyüklüğü”nü!
Alandaki toplama kitle, konserve kutuları, çer çöp ve leşlerle çalkanan ve artık özünü, özelliğini yitirmiş, ölmekte olan bir denizi andırıyordu. Halkı halk yapan özellikten yoksun, uyuşuk, uyudu uyuyacak bir kalabalıktı. Pazarlamacı bunu biliyordu. Ara sıra sorduğu sorularla, gemi pervanesinin kirli suyu çalkalayıp köpürtmesi gibi kalabalığı çalkalamaya, köpürtmeye çalışıyordu: “Daha yüksek sesle bağırın, dünya duysun sesinizi!” O sıra kameralar kalabalığa dönüyordu. Esneyen, uyuklayan toplama yüzler uyanır gibi oluyor, sırıtıyor büyük ekranda kendilerini arıyorlardı.
Pazarcının pazarladığı da kendisiydi. Reklâm söylemi ise itirazı lanet gerektiren “inşallah, maşallah, Allah’ın izniyle, yüce rabbim” gibi sözlerdi: “Bütün darbe senaryolarını Allah’ın yardımıyla boşa çıkardık, İnşallah bunu da çıkaracağız!” diyordu! Sanki, sadece bu ülkede değil, tüm Arap âleminde emperyalizmin darbe ve savaş taşeronu kendisi değilmiş gibi. “Allah’ın yardımıyla halka zulmeden darbecilerden bu ülkeyi kurtardık!” diyordu. “Son taksitini de ödeyip borçları sildik!” diyordu. “İslam âlemine özgürlükler getirdik, getiriyoruz!” diyordu. “Allah’ın izniyle terör konusunda geri adım atmadık, atmayız; dünya krizle boğuşurken biz büyüdük, Allah’ın izniyle inşallah daha da büyüyeceğiz! Vesayeti bitirdik!” diye sıralıyordu. Zindanları özgürlük sevdalılarıyla dolduran, halkı işsizlik ve sefalet içinde süründüren, zulmü kudurganlaştıran, komşu ülkelerde dinci yamyamları silahlandıran, halkın, gençliğin en insani taleplerini barbarca saldırı ve gaza boğan kendisi değilmiş gibi!
Ömrü iyice kısalmış yalanlarla örülü bir pazarlamaydı. Yalanları artık mevsimlik, aylık yalanlar değildi. Hatta haftalık ve günlük yalanlar bile değildi. Birkaç saatlik yalanlardı. Mumu birkaç saat içinde sönecek yalanlardı. Kurusıkı yalanlardı. İşportacının “Al, bir ömür tıraş ol, bir ömür taran!” diye sattığı ama ilk denemede çöpe atılan jilet, tarak türü ‘naylon ucuzu’ yalanlardı! Puşkin’in değimiyle “Bacaları karartan is gibi insanın içini karartan yalanlar”dı! Şehrin bir yanında pazarlanan buydu! Belliydi ki, bir eli ‘yalan davulu’nda olan pazarcının diğer eli ‘tüyme bavulu’ndaydı. Çünkü, artık sesi titriyordu!
Şehrin öbür yanına, Taksim’e, daha doğrusu şehrin “Her yeri Taksim” olmuş sokaklarına, daha doğrusu bir ucundan bir ucuna direnen ülkenin halk gerçekliğine gelince: Barbarlığa, yalana boyun eğmeyenler, gençler, analar, aydınlar, emekçiler, sanatçılarıyla halk, yurtseverler, antifaşitler, devrimciler, yuvasından ilk kez göğe çıkan kuş misali, Türkiye’nin ufkuna nasıl da yakışıyordu!
------------------
Dörtlük
Yuvasından ilk kez uçan kuştaki sevinci gördüm
Telaşın tutulmaz rüzgârı gizliydi kanatlarında
Gökyüzünün büyüsü, ağaçların sürüsüyle yarıştı
Sanki kıvılcım taşıyordu daldan dala uçuşlarında
Dürüstlüğü, güveni, hoşgörüyü, sevgiyi, umudu yalanın ve kinin ağzıyla yoğuruyordu. Çevresindeki erketeler paniklerini sırıtarak örtmeye çalışıyordu. Sırıtmayan tek kesim, nereye baktıkları belli olmayan kara gözlüklü, gestapo duruşlu korumalar ordusuydu. Pazarlamacı onların arasında bir o yana bir bu yana dönerek, sahteliği ortaya çıkmış “malını” pazarlıyordu: kendi “büyüklüğü”nü!
Alandaki toplama kitle, konserve kutuları, çer çöp ve leşlerle çalkanan ve artık özünü, özelliğini yitirmiş, ölmekte olan bir denizi andırıyordu. Halkı halk yapan özellikten yoksun, uyuşuk, uyudu uyuyacak bir kalabalıktı. Pazarlamacı bunu biliyordu. Ara sıra sorduğu sorularla, gemi pervanesinin kirli suyu çalkalayıp köpürtmesi gibi kalabalığı çalkalamaya, köpürtmeye çalışıyordu: “Daha yüksek sesle bağırın, dünya duysun sesinizi!” O sıra kameralar kalabalığa dönüyordu. Esneyen, uyuklayan toplama yüzler uyanır gibi oluyor, sırıtıyor büyük ekranda kendilerini arıyorlardı.
Pazarcının pazarladığı da kendisiydi. Reklâm söylemi ise itirazı lanet gerektiren “inşallah, maşallah, Allah’ın izniyle, yüce rabbim” gibi sözlerdi: “Bütün darbe senaryolarını Allah’ın yardımıyla boşa çıkardık, İnşallah bunu da çıkaracağız!” diyordu! Sanki, sadece bu ülkede değil, tüm Arap âleminde emperyalizmin darbe ve savaş taşeronu kendisi değilmiş gibi. “Allah’ın yardımıyla halka zulmeden darbecilerden bu ülkeyi kurtardık!” diyordu. “Son taksitini de ödeyip borçları sildik!” diyordu. “İslam âlemine özgürlükler getirdik, getiriyoruz!” diyordu. “Allah’ın izniyle terör konusunda geri adım atmadık, atmayız; dünya krizle boğuşurken biz büyüdük, Allah’ın izniyle inşallah daha da büyüyeceğiz! Vesayeti bitirdik!” diye sıralıyordu. Zindanları özgürlük sevdalılarıyla dolduran, halkı işsizlik ve sefalet içinde süründüren, zulmü kudurganlaştıran, komşu ülkelerde dinci yamyamları silahlandıran, halkın, gençliğin en insani taleplerini barbarca saldırı ve gaza boğan kendisi değilmiş gibi!
Ömrü iyice kısalmış yalanlarla örülü bir pazarlamaydı. Yalanları artık mevsimlik, aylık yalanlar değildi. Hatta haftalık ve günlük yalanlar bile değildi. Birkaç saatlik yalanlardı. Mumu birkaç saat içinde sönecek yalanlardı. Kurusıkı yalanlardı. İşportacının “Al, bir ömür tıraş ol, bir ömür taran!” diye sattığı ama ilk denemede çöpe atılan jilet, tarak türü ‘naylon ucuzu’ yalanlardı! Puşkin’in değimiyle “Bacaları karartan is gibi insanın içini karartan yalanlar”dı! Şehrin bir yanında pazarlanan buydu! Belliydi ki, bir eli ‘yalan davulu’nda olan pazarcının diğer eli ‘tüyme bavulu’ndaydı. Çünkü, artık sesi titriyordu!
Şehrin öbür yanına, Taksim’e, daha doğrusu şehrin “Her yeri Taksim” olmuş sokaklarına, daha doğrusu bir ucundan bir ucuna direnen ülkenin halk gerçekliğine gelince: Barbarlığa, yalana boyun eğmeyenler, gençler, analar, aydınlar, emekçiler, sanatçılarıyla halk, yurtseverler, antifaşitler, devrimciler, yuvasından ilk kez göğe çıkan kuş misali, Türkiye’nin ufkuna nasıl da yakışıyordu!
------------------
Dörtlük
Yuvasından ilk kez uçan kuştaki sevinci gördüm
Telaşın tutulmaz rüzgârı gizliydi kanatlarında
Gökyüzünün büyüsü, ağaçların sürüsüyle yarıştı
Sanki kıvılcım taşıyordu daldan dala uçuşlarında
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder