31 Mart 2013 Pazar

Vızzz gelir!


31 Mart 2013, 12:23
Vızzz gelir!
İki gazetede birden yazmak basınımızda alışık olunan bir durum değildir. Yurt Gazetesi bu konuda da örnek bir hoşgörüye öncülük yaptı. Yurt’tan sonra günlük gazete olarak yayına başlayan soL’a da yazma isteğimi Merdan Yanardağ, “Devrimci basına omuz verip, dayanışma içinde olmayı ben de kutsal bir görev bilirim” diye olumlamasıyla muhalif basına çok önemli bir ses olarak eklenen soL’da da yazmaya başladım. Sayfalarda uçan arımla güncel gelişmelere her gün bir iki cümlelik dipnotlar düştüğüm “Vızzz Gelir” başlıklı bir peteğim var. Bugün, son haftanın her biri farklı günden vızıltılarını Yurt okuruyla bölüşüyorum.  soL ve Birgün gibi devrimci muhalif basına da sahip çıkılması dileğiyle:

*İslâm’la ilgili dini kitapların cezaevine girmesinde sınır yok, mahkûm istediği kadar edinebilir. Başta sol ve bilimsel yayınlar olmak üzere “sinir bozucu” kitaplara sınır kondu! AKP bu yasağı da kitabına uydurdu: “Mahkûmlar kitapla kendilerini yakabilir!” Faşizanlığın boyutuna bak! Böyle durumlarda nedense ben hep soldan devşirme liberallerin, sahipleri ardı sıra hangi tonda seslendiklerini merak ederim! Koruma hırıltısıyla mı, korunma güdüsüyle mi? Yaranma hevesiyle mi, yalanma salyasıyla mı?

*Diyanet’in elinde “hıyaneti” gösteren “Şeriatskop” türü bir alet olmalı ki, Hacı Görmez Efendi onunla bakıp, “İzmir’deki dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı olduğunu” gördü! İyi ki Paris’e, Roma’ya falan bakmadı! İmam Hatipli Görmez’in irfan görme aleti Suudi gazıyla çalıştığından gün ışığına değil ‘ampül nuru’na ayarlı! Çıplak gözle görmenin mümkünü yok da, biyologlar harbiden mikroskopla baksa, acaba Hacı Görmez Efendi’nin kafatasında beyine ilişkin ne görürdü? Benim merakım da bu!

"Demokrasi"yi  “İleri Demokrasi” olarak “taçlandıran” AKP, şimdi “İleri Barış”a doğru, “tarih yazıyor”! İşte “Newroz’lu İleri Barış Haftası”nda Başkent’in hava trafiği: Sendikaların da olduğu 21 adrese helikopterli operasyon düzenlendi! Esenboğa’dan kalkan uçaklarla ÖSO’ya silah taşındı. ÖSO komutanı tedavi için Ankara’ya getirildi. RTE Obama’nın sesini özledi. “İleri Demokrasi”yi hazmetmeden “İleri Barış”ı yeme hazımsızlığının gurultusunu ise liberaller gurur diye sundular! Öyle ya, üstünde çiçek açtığı için sevinmek varken, tehlikesinden niye yakınmalı? Yani bataklığın!

*AK kanat liberaller şimdi de, “Akil Adamlar” listesine kondular! Demek ki, “Adam kıtlığının Abdurrahman Çelebi leri” bu kez de “çözümün sözcüleri” olarak ekrandan ekrana uçuşacak! “Çözme” hünerlerinin kanıtı var mı bilmem, ama “çözülme” hünerlerinin kanıtı bol! Zaten AK kanatların yükselmeleri de çözülmeleriyle orantılı! “Sorun çözme” alanında “akil”likleri kanıtsız da olsa “sorundan nemalanma”da akılsız değil, tam tersi “akıl”larıyla yarışılmaz! Onca acısı ve yarasının üstünde uçuşanlara bakıp, gel de mazlum Kürt halkının kadersizliğine yanma!

*Cem’e “cümbüş” Cemevi’ne “ucube” diyen; Kanuni’nin “Alevi kanı akıtmayı sevap” sayan Şeyhülislam’ı Ebussuud’dan “gurur” duyan; “kılıcından Alevi kanı eksik olmayan” Yavuz ve onun “Alevi katlini vacip” sayan Şeyhülislam’ı  Müftü El Hamza’nın “izinde yürüyen” RTE de “Bin yıldır İslam bayrağı altında birlikte yaşamaktan” dem vurmuyor mu? Evet, Sünniler  Alevilerle Cihangir’de “kesişmedi”! Sağ olsun Demirtaş açıkladı, öğrendik!  Peki, Anadolu’daki  “kesişmeler” hakkında acaba ne düşünüyor? “Dün dündür bugün bugün”süz açıklarsa, onu da öğreneceğiz! Hazır, “İslam Bayrağı altında birlikte yaşama” masalının “Şam’da namaz kılma” düşleriyle 1001.si anlatılırken!

*İmam Hatip kökenli Başbakan yine kökenine uygun konuştu: “Hepimiz dünyada yaptıklarımızdan sorguya çekileceğiz!”  Nerde? “Ahirette!” İyi de, işkenceli sorguya çekilmiş ve iki sene cezaevinde yatmış biri olarak, senin de bu dünyada sorguya çekildiğini görmeye hakkım yok mu?

__________________________________________________

soL Gazete:

“Halka yalan söylemek suçtur!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

27 Mart 2013 Çarşamba

Toplumsal aptallaşma



27 Mart 2013, 12:11
Toplumsal aptallaşma
Son zamanların modası bu: ‘Türk’ le başlayan tanımları ‘Türkiyelileştirmek’! Tamam, anlıyorum, kimliğimiz sorulduğunda ‘Türkiyeliyim!’ diyelim. Hatta, Türk bakkalı, Türk kahvesi, Türk biberi gibi kavramları da Türkiyelileştirelim! Ama kültür ürünleri söz konusu olunca coğrafi sıfatla ‘kültürel kimlik’ nasıl vurgulanacak? Evet, kültür ürünleri festivallere ülkeleri temsilen katılırlar. Ve ‘şu ülkeyi temsilen şu sanatçılar şu ürünleriyle şu festivale katıldılar’ dersiniz. Ama kültürel kimlik söz konusu olduğunda, ölçü ‘coğrafya adı’ değil, ürünün ulusal niteliğidir. Türk şiiridir, Fransız filmidir, Alman romanıdır, Kürt müziğidir vb. Film sektörünün özelliğinden ötürü bir filmin bir ülkeyi temsilinde yönetmenin kültür kimliğiyle değil de yapımcı kuruluşun ülke kimliğiyle anıldığı da olur. Ama bu ‘kağıt üstü’ bir anılmadır. Kavramları çorbaya çevirmek, hele ki ‘sol ve devrimcilik’ adına yakışık bir durum değildir.

Şimdi moda bu: Türk  Halkoyunları dendiğinde, itiraz ediliyor. Tamam, Türkiye Halkoyunları diyelim. Türkiye yemekleri diyelim. Etnik kimliğiyle söylemek gerektiği zamanda ise, Türkiye Kürt Halkoyunları, Türkiye Çerkez yemekleri falan diyelim. Bunlar anlaşılmaz değil, ama sözgelimi “Türkiye Filmi” nasıl oluyor, bunu anlamak biraz güç!

‘Türk gelenekleri’ kavramı tartışılsın; bu geleneklerin ne kadarı Laz, ne kadarı Boşnak, Kürt, Çerkez vb. Araştırılsın ve Türkiye  Kürt gelenekleri, Çerkez, Rum gelenekleri falan densin. Hatta Türkiye adının Türk vurgusundan gıcık kapan, kendisini rahatlatacaksa, bunu da kaldırıp Anadolu desin. Mağdur ulus tepkisi de, “açılıma uyum” duygusu da anlaşılmaz değil. Peki, şiiri, resmi, filmi, müziği, romanı  “uyuma” nasıl uyduracağız? Evet, Türkiye’den bir festivale giden her ürün Türkiye’yi temsil eder de, o ürünü “Türkiye şiiri, Türkiye resmi, Türkiye filmi” diye nitelemek neyi ifade eder?

Sanat ürününü yaratan kişinin etnik kökeni mi, ürünün niteliği mi, dili mi o ürüne kimliğini verir? Bunlar öyle kolaydan, politik modanın rüzgârıyla üfürülüverecek konular değildir. Sanat ürününün kültürel kimliğini açıklamaya ne sanatçısının kullandığı dil bir başına yeterlidir, ne ailesinin etnik kökeni, ne de hangi coğrafyada yapıldığı. Bu işin ölçüleri, pazar politikacısının üfürüğündeki kadar basit değil. Kürt kökenli aileden gelen Cemal Süreya’yı nasıl niteleyeceğiz? Çağdaş Türk Şiirinin çok önemli bir unsuru olduğu tartışılır mı? Hani biri Kürt kökenli Türk şairi derse, bu tanımda Kürt’lük sadece ailevi kökünü, Türklük şiirinin kimliğini açıklar. Peki, Çağdaş Fransız Şiirinin kurucularından Apollinaire? Etnik kökenine baktığımızda, Polonyalı bir aristokrat kızının bir İtalyan subaydan Roma’da doğurduğu ve 11 yaşından sonra Paris’e giden Apollinaire’nin kökü bu anlamda hiç de Fransız değil. Ama hadi kalkıp Appolinaire için “Fransız şairi değil” deyin de görelim! Dilse eğer, Arapça, Farsça yazan Kürt şairleri; İngilizce, Fransızca yazan Arap yazarları var. Bir arkadaş çıkıp, “Geleneksel Türk Yemekleri” kavramından rahatsız olup, Türk’ü Türkiye yapsın ya da Kürt, Çerkez, Laz yemeklerini ayıklasın, tamam, peki, Çağdaş Türk Şiiri’nden Cemal Süreya’yı  nasıl ayıklayacağız? Ya da, Yaşar Kemal’i? Evet, Y. Kemal Kürt kökenli. Ya romanı? “Türkiye romanı” mı diyeceğiz? Şu etnisite ve kültür konularında çok bilgili arkadaşlar açıklasın da öğrenelim! 

Şimdi moda bu: Türk vurgusu taşıyan her şeye düşmanlık! Peki, bu düşmanlıktaki, kültür sanat ürünlerine ilişkin hafıza kaybını ve çorbacılığı geçelim, derinleşen ırkçılığı nasıl geçeceğiz? Kürt düşmanlığı ne kadar ırkçılık (ve doğal sonucu olarak faşistlik) içeriyorsa, Türk düşmanlığı da o kadar içerir. Faşizmin bir yüzü de budur: ırkçılığı, toplumsal aptallaşmayı, kavram çorbacılığını, çok uluslu halkın düşmanlık temelinde çözülmesini körüklemek. Bunda ise sadece ve sadece, o coğrafyayı yalayıp yutmak için sabırsızlanan çokuluslu tekellerin çıkarları gizlidir. Yurt’un “Keskin Kalem”i, “Türkiye’de demokrat hatta solcu olmayı etnik ve dinsel kimliklerin serbestisini savunmaya indirgeyenler var. Birlik içinde çoğulculuk akıllarına gelmiyor. Bu anlayışa göre, her etnik ve dinsel grubun Meclis’te olduğu Irak dünyanın en demokratik ülkesi!” diyor. Öyle mi değil mi?  Devrimcilerin görevi, siyaset dünyasındaki oyunun rüzgârına kapılmak değil, oyunu emekçiden yana bozmaktır.

-------------------------

Pir Sultan Abdal:
“Fukaranın yüzü bir soğuk göldür
Soyunup da ona kimse dalmıyor”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Mart 2013 Pazar

Savaş mevzilenmesinin medya cephesi



24 Mart 2013, 12:40
Savaş mevzilenmesinin medya cephesi
Biz, “sistem yandaşı” diye yakınırken, O, “Batsın böyle medya, olmaz olsun” diye yakınıyor! Nasıl bir medya istediğini artık hesap edin! Hazır ol halinde, kendine kapıkulu, emir eri, yüzde yüz mürit. Öyle ya, dincilikte “bağlılık” anlayışı böyledir. Ya tam, ya hiç! %51 inanç olmaz. %100 olmalı.

Diyelim ki hükümetten biri, “Darwin’i tabi ki sansürlerim, yukarıda Allah var, maymun musunuz yani?” dediğinde, eleştirinin “e” sini aklından geçirmeyip, aynen katılacaksın. Gülünç bulmak, hele ki katıla katıla gülmek, hem Allah’ın hem Hünkâr’ın inkârıdır ki, yeri cehennem! Hemen ve %100 mürit ruhuyla, evinde, elinde “Darwin kafirine” ilişkin ne varsa ateşe atmak için kapıp geleceksin!

Medyanın sarıklı, şalvarlı yağdanlıkçılarından geçtik, ya o “bağımsız” maskeli, “uygar görünüşlü, çağdaş dilli, yüksek eğitimli” süslü, besili ünlüler? Ya onlar? Gıkları çıkıyor mu? Hadi, diyelim ki, RTE’ye yandaş olmalarının, “vesayeti kırdığı, demokrasinin yolunu açtığı, darbecilerle hesaplaştığı” türü “mazeret maskeleri” vardı ya peki, bilime, sanata, kültüre aleni şeriatçı kafayla yapılan bu saldırılara neden gıkları çıkmıyor? Onlar da mı “ileri demokrasi”nin merdiven basamakları?

En ufak utanma, kızarma duyguları yok. Pişkinler. Hem de ne pişkinlik! Her konuda. Sözgelimi, barbarların Irak ve Libya’yı işgal günlerinde öttüler de öttüler. Ötüşleriyle öyle bir manzara yarattılar ki, insanlığın, uygarlığın, çağdaşlığın, barışın, baharın önündeki en büyük engel Saddam, Kaddafi! Hele onlar bir yıkılsın, dünyaya güldür güldür bahar kokusu dolacak! Barbarların işgal, katliam günlerinde, medyadaki süslü, besili çanakçılarının misyonu bu manzarayı yaratmaktı. Aynen polisiye, ajan, casusluk filmlerindeki gibi. Hani bu filmlerde, görevini tamamlayan ajan, dönüp bir daha ona bakmaz, misyonun yenisine hazırlanır ya, savaşın medya mevzilerinde de aynen öyle. “Zaliminden kurtulunca bahar kokusu dolacak” dedikleri ülkelere, kan kokusu dolmuş, insanlık tarihinin en büyük katliamları olmuş; aydınlar, bilim adamları, tarih, müzeler, kültür mirası katledilmiş, yağmalanmış, yok edilmiş; bunlar, ajanın sorunu değil, dönüp bakmaz. O, kendisine verilen yeni misyonuna hazırlanır. Dün, medyada sabah akşam “Kaddafi zulmü” diye ötenlerin, ağızlarında bugün Libya’nın “L” sini duymazsınız. Yeni misyon Suriye. Zalimin adı “Esed”!

Yani cephedeler. Bu haliyle, sistem yandaşı medya cephe örgütlenmesidir; “emir komuta” zincirinin halkasıdır; mevzilenmesi, görev ifası ona göredir. Bu cephedeki ajanın maskesi “aydın, çağdaş, uygar, demokrat , tarafsız vb.” ne olursa osun, görevi merkezden aldığı komutu uygulamasıdır. “Çağdaş”lık maskesiyle şeriatı savunabilir; “asker karşıtlığı” NATO’culuğuyla çelişmez; “seçim sandığı” demesi  ÖSO desteğine engel değildir; “uygarlık” diyerek ABD barbarlığına övgü düzebilir; “ileri demokrat”lığı sol düşmanlığına engel değildir; “derin devlet” kaygısı CIA’ya MİT’e yakınlığına ters düşmez; “muhalif” sıfatıyla iktidarı destekler; “tarafsızlık” söylemiyle taraf’tır; “bilimsel”liği dincinin bilim kiniyle örtüşür; “darbe karşıtlığı” ABD darbelerini içermez! Bütün bunlar emperyalist savaşın medya cephesinde misyon yüklenenlerin, görev icaplarıdır! Hal böyle olunca, RTE’nin bu cepheden kendine %100 itaat, emir kulluğu, müritlik istemesi doğal. ABD, savaş taşeronu AKP’den aynısını istemiyor mu?

TAYAD’lı aileler Star TV önünde “Polis, evlatlarımızı canlı bomba diye hedef gösteriyor; bu tarz habercilik katliamlara ortak olmaktır!” diye açıklama yaparak, polis sözcüsü medyayı protesto etti. O tür medya, mevzileri gereği, misyonlarını yerine getiriyor. Tabi ki, evlatları yanında saf tutan TAYAD’lı aileler gibi, bütün demokrasi güçleri de halkın safında cepheleşecek. Zulme, karanlığa, bilim ve insanlık düşmanlığına, kirli savaş tuzaklarına teslim olmamanın başka yolu yok.


Troçki:

“Savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz, ama savaş sizinle ilgileniyor!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Mart 2013 Çarşamba

Darbenin gerçek kaynağı



20 Mart 2013, 12:16
Darbenin gerçek kaynağı
Darbenin gerçek güç kaynağı

Egemenlerin en güçlü darbe silahlarından biri medyadır. Ordunun, emniyetin, gizli istihbarat örgütlerinin gücü medyanın gücü yanında ne ki? Asıl korkutucu güç medyadır. Napoleon’un, “Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur!” sözünde bu anlam gizlidir.

Ordunun tankı, topu, tüfeği varmış! Silahın en âlâsı medyanın kendisidir. Etki gücü, etki alanı ile atom dahil, silahların hiçbiri onunla yarışamaz. Gücü, en etkili darbe silahı odur. Medya ile yapılmamış ve medya ile yapılanmamış bir darbe var mı? En tazesi ve en yakınımızdaki AKP Sivil Darbesi’dir. Ki yapılma ve yapılanma sürecinde AKP’ye silah olmuştur. Bu anlamıyla da silahlı bir darbedir!

3. Dünya ülkelerindeki  ABD güdümlü sivil ve askeri darbeler saymakla bitmez. Bir o kadarı da hazırlık aşamasındadır. Bunu söylemek için kahin olmaya gerek yok; CIA’nın belgelerine, emekli  ABD ve CIA yetkililerinin anılarına bakmak yeter. Bu ülkelerdeki darbelerin hamur teknesi ve oklavası ABD ve CIA’dır. Yerli malı olan sadece tuzu, biberidir. Ambalaj ve servisi  medyanın görevidir. Darbenin hazırlık süreci ve yapılanmasında, o ülke medyasında,  ABD’de eğitim görmüş yazarların türemesi, ABD çıkarlarıyla çelişen yazarların ayıklanması rastlantı mıdır? Afrika, Asya, Latin Amerika’ya falan bakmak zorsa, Türkiye’ye bakın yeter. Medyada  AKP cilacıbaşılığını kimler yapmış; sola saldıranlar kimler? Dün Libya’ya, bugün Suriye’ye karşı ABD savaş düdüğünü kimler üflüyor? Kimlik bilgilerini araştırın, en sivrilerin ABD’de “Ortadoğu siyaset ilişkileri” üstüne eğitimli olduklarını görürsünüz.


RTE, “Milletimizin iradesiyiz” dese de, seçilecek hükümeti çoğunluğun belirlediği sadece bir palavra. Bırak, kontrolü altındaki ülkeleri, kontrolü dışındaki 3. Dünya ülkelerinde bile halkın iradesine saygının “S” si ABD’nin lügatinde yer almaz. Kendi piyonu medyayı besler de besler. En taze örneği Venezuela. Her girdiği seçimde halkın ezici çoğunluğunca seçilmiş Chavez, ABD’ye ve piyonu liberal zibidilere göre “diktatör” sayılmış, hem de açık ara kazandığı her seçimin hemen ertesinde ABD destekli sivil, asker darbe girişimlerinin hedefi olmuştur. ABD  çıkarlarıyla çelişip de askeri ya da sivil darbeye hedef olmamış 3. Dünya ülkesi yoktur. Bunun en çıplak göstergelerinden biri de Türkiye’dir. Ülkemizdeki son ABD darbesi, “seçimle” yapılan “AKP Sivil Darbesi”dir. Darbenin hesapları AKP’nin kurulma öncesine dayalıdır. Ordu, bürokrasi ve siyasette ABD güdümlü cemaat güçlendirilmiş, medyaya cemaatten ve sol döküntüsü liberallerden kadro devşirilmiştir. Bu kadrolar, “Ortadoğu siyaseti” konusunda ABD ‘de eğitim görmüş  türeme tiplerle süslenmiştir. Sivil darbeye uygun hale getirilmiş ortamda AKP kurulmuş ve birkaç ay sonra da iktidar olmuştur. Seçim sonuçlarını ABD Sefirinin AKP Genel Merkezi’nde  RTE ile birlikte izlemesi, seçimin aynasıdır.



“Darbe yaptık” mı diyecekti? “Hükümetin demokratik yoldan değiştiği” söylemi de, “Seçim sonucunu dindar halkın oyu belirledi” yorumu gibi palavradır. Dindarlıksa, Erbakan’ın dindarlığı hem yereldi hem içten! Sivil darbe manipülasyonunda medya çok etkin rol oynamıştır. Sanat çevrelerinin ünlülerinden, profesörlere dek soldan devşirme liberallerin TV ekranlarında, gazetelerde birden bire mantar gibi türediği o günleri bir düşünün! Solun bütün değerleri (en fazla da, askeri darbelerin zulmüne karşı mücadele mirası) liberal deformasyonla  AKP sivil darbesine ortam için kullanıldı. Bu sivil darbenin namlusu medyadır. Bugün hükümet eden ve hedefi “tek şeflik” olan sivil darbe, polis ve askeriyle sadece emekçiye, öğrenciye, memura değil, yandaş medyasıyla da tüm topluma karşı “orantısız güç” kullanmaktadır. Askeri darbelerde olduğu gibi, yargıdan eğitime en hayati toplumsal kurumlar dinci, gerici ve ABD’ci tek şefliğin denetimindedir. Büyük medyada “demokrasicilik” tek kale maç halinde oynanmaktadır. Sistemin, kendiyle “uyumsuzluk” gösterenleri ayıklaması, ilk dönem destekçilerine dek dayanmıştır.  Düşünün ki, AKP’nin seçim ve yapılanma sürecinde medyada kullandığı “suni tatlandırıcı”larına dahi tahammülü yok! Eh, iktidarın medyası, yapısının da aynası!


Yalçın Küçük:

“Matbuat ve kanalların birinci vazifesi, her şerait altında, halkımızın bilincini dağıtmak, aklını bozmak ve oligarşinin en hasis en açgözlü çıkarlarını müdafaa etmektir.”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Mart 2013 Pazar

Sanatçı saflaşması



17 Mart 2013, 12:16
Sanatçı saflaşması
Sanatta bir yere varmış olmak yetmiyor. Hayatta da bir yere varmış olmak, yani “adam” olmak gerekli.  Bu açıdan bakıldığında, görülecektir ki, ülke son 10 yılıyla bu alanda da bir saflaşmaya sahne oldu. Gelecek kuşaklar, bir gün bu dönemdeki saflaşmaya da mercek tutacaktır.

İktidar olduğu dönemde, soldan devşirme liberallere özel önem veren AKP, sanat dünyasına olta atmaktan da geri durmadı. Bir kısım sanatçı bu oltaya takıldı. Kimisi utangaç, kimisi açık açık AKP’ye kürekçilik yaptı; onun “ileri demokrasi, vesayetle ve darbelerle hesaplaşma” maskesini cilaladılar. Destekleri oranında ödüllendirildiler. Ödül de, ekranda program, belediye etkinlikleri, projelere onay, danışmanlık, makam vs. Yani, 3 kuruşluk çıkar. Sağcı, dinci gazeteler bunlara kapılarını açtı. Oralarda yazıp çizmek “Zaman’e sanatçılığın” ölçüsü oldu. Başbakan gezilerinde yanına eşantiyon olarak bunlardan da aldı, sarayda bunlara sabah kahvaltıları düzenledi, Köşk’e davet edildiler. Alttan alta döşenen ise “muhafazakâr sanat”tı. AKP’nin yapılanma sürecindeki tahribat ve saldırıları saymakla bitmez. Halkın gönlünde atalaşmış Yunus’un Kaygusuz’un sansüründen Başbakan emriyle yıkılan heykele; sergi yasaklamalarından, tiyatrolara yönelik saldırılara dek her alanda. AKP’nin ABD taşeronu, dinci, faşizan yapısıyla varmak istediği yeri görüp, ona boyun eğmeyen, diklenen sanatçılar ise, her türlü hakaret ve şiddetin hedefi oldular. Bunlar da saymakla bitmez. Fazıl’a yapılanlardan, M. Aksoy’a yapılana dek. Grup Yorum’un kemancısının parmakları kırıldı, solistinin kulak zarı patlatıldı.

Bu süreç, AKP yobazlığına karşı onurlu, halkına ve halkın değerlerine bağlı sanatçıların şahsında mücadelenin de simgesi oldu. Tarık Akan’ın barikatları zorlayışı, Rutkay Aziz’in dinci gericiliğe karşı halkı uyarışı, Edip Akbayram’ın AKP davetlerini reddedip, alanlarda demokrasi özleminin simgesi oluşu, Sanatçılar Girişimi’nin kurulması ve Ataol Behramoğlu’nun sanatçıları gericiliğe karşı halkın yanında saf tutmaya çağırışı, Mehmet Aksoy’un yıkılan heykeline verdiği çığlık ve daha niceleri onur mirasımız olarak birikti. Orhan Aydın, Leyla Erbil, İsa Çelik, Bedri Baykam, Nejat Yavaşoğulları, Metin Demirtaş, NHKM ve birçok sanatçı ve sanat kuruluşu bu mirasa değer taşımak için çırpındılar. AKP’ye teslimiyeti reddettiler. Baskılara karşı sokağa inen aydınlara, emekçilere, öğrencilere omuz verdiler. Yıldız Kenter, Genco Erkal, Levent Kırca  gibi birçok değerli sanatçı, Silivri hukuksuzluğuna isyan etti.

Teslimiyet de kendi mirasını biriktirdi! Alçaklığın boyutu O. Pamuk’un, Esad’a “Sonun Kaddafi gibi olsun istemiyorsan Suriye’yi terk et!” çağrısına dek vardı. Açıkça zalime tellallık yaptı. Bu çağrıdaki insanlık dışı tehdit tonu, onu  savunanların da yüz karası olarak anılacaktır. Ahmet Altan, AKP’nin güçlenmesi için çırpındı. Adalet Ağaoğlu, ağlamaklı ses tonuyla demokrasi düşmanlarından demokrasi dilenip onu da “umut” diye sundu. Halil Ergün her şeyden önce kendi duyarlığına ihanet etti, hem kendini hem bizi yaraladı. Tamamına yakını, sahip oldukları ünü sola borçlu ama bu değeri bile bozuk para gibi harcadılar. Bu dönemde “liberalleşme moda”sına kapılan,  birçok yetenekli genç sanatçı da, ufuklarını kendilerine mezar kıldılar. Yetenekleri, dinci gericiliğe yem oldu.

Evet, bir kesim dik durdu, direndi, teslim olmadı, halkın acılarını duymazdan gelmedi, hukuksuzluklara karşı öfkelendi, zindanlara ses oldu, AKP’nin “ileri demokrasi” maskesi altındaki kara yüzünü halka göstermeye çalıştı, emperyalizmin savaş taşeronluğuna meydan okudu, mücadele eden emekçilerin, öğrencilerin omuzdaşı oldu; bir kesimse, sisteme kürekçilik yaptı. Ekranlarda en çok ötenler, gazetelerde en çok yer edenler onlardı ama Grup Yorum solistinin kulak zarı patlatılıp kemancısının parmakları kırılırken sustular. Bu sanatçı saflaşmasında, gelecek kuşakların onurla anacağı saf hangisi olacak? AKP’ye diklenenler mi, eklenenler mi? Onurla anılmayacak olanların payına kalansa lanettir!

-------------------------------------
Dörtlük

Lalelerle süslü koridordan geçiyordu Sultan alayı
Sultan’ın dalkavukları karasinekleri andırıyordu
Sanki zifiri bir leşti üşüşüp üstünde uçuştukları
Soluksuz kaldı mermer, kristal sızılandı, laleler soldu

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

13 Mart 2013 Çarşamba

Büyük Yazar, Büyük İnsan: Vedat Türkali



13 Mart 2013, 11:34
Büyük Yazar, Büyük İnsan: Vedat Türkali
Her büyük yazar büyük insan değildir, her büyük insanın büyük yazar olmadığı gibi. Bu iki büyüklüğün aynı insanda buluşması çok ama çok enderdir. Vedat Türkali bunlardan biridir.

Bir yazarı büyük yapan, yapıtının, yeteneğinin ve yazarlık gücünün büyüklüğüdür. Ne ki, bu özellikler onun büyük insan olmasına yeterli değildir. Büyük insan başka özellikler taşıyor olmasını da gerekli kılmaktadır. Büyük yazardır ama topluma karşı sorumluluk duygusu taşımıyordur. Kendi yaşam kuralları ve biçimini her şeyin üstünde tutuyordur. Aykırıdır. Provokatiftir. Disiplin ölçülerini kendi belirliyordur ya da böyle bir ölçü kavramı yoktur. Sistemle ve  gerici yönetimlerle ilişki içindedir. Ciddiye aldığı görüş yoktur ya da bir görüşe körü körüne bağlıdır. Yapıtlarına özendiği gibi, davranışlarına özenmiyordur,  savruktur. Risk almaktan kaçıyordur. İlkesizdir. Özveri, acıma yardımlaşma gibi birçok insani değeri önemsemez. Alçakgönüllü değildir. Korkaktır, yalancıdır, hırsızdır, bencildir, kariyeristtir, kıskançtır, teslimiyetçidir, çıkarcıdır, hatta sahtekâr olanı bile vardır. Benzeri durumlar çoğaltılabilir.

Demek istediğim şu ki, yeteneği ve yazarlık gücüyle ortaya büyük  yapıtlar koymuş her büyük yazar, büyük insan değildir ve yaşam karakteri yukarda saydıklarımdan bir ya da birkaçıyla örtüşebilir. Değerli yapıtları olan böyle birçok yazar, sanatçı sayılabilir.

Büyük yazar ve büyük insan özelliklerinin buluşup bütünleştiği kişi çok azdır. Onlar insanlığın anıt kimlikleridir. Anımsanma nedenleri sadece yapıtları değildir. Bir başka büyüklüğü, yapıtlarını da içeren daha büyük bir şeyi simgelerler. Adları, toplum katlarında yapıtlarından daha büyük bir şeyin çağrışımıdır. Yapıtlarını okumamış olanlar için bile bu böyledir. Sözgelimi, geleneksel kültürden Pir Sultan Abdal, çağdaş kültürden Bertold Brecht buna iki örnektir. Adlarının toplumdaki anlamı, büyük sanatçılıkla sınırlı değildir. Büyük sanatçılık o anlamın sadece bir parçasıdır. Kimlikleri, kararlılık, baş eğmezlik, ödünsüzlük, fedakârlık, halka, insanlığa adanmışlık gibi birçok erdemle örülüdür.  Onlar anıt kimliktir. Böyle sanatçılar, toplumun manevi önderleridir.

Vedat Türkali, bu anıt kimliğin günümüzde yaşayan simgesidir. Büyük yazar ve büyük insan olmanın en seçkin örneklerinden biridir.  Yaşamının her dakikasını, yapıtlarındaki her sözcüğe gösterdiği özenle solumuştur. Özene bezene sözcük sözcük biriktirdiği yapıtları gibi, ömrünü de halka ve insanlığa karşı sorumluluk duygusuyla  özene bezene an an biriktirmiştir. Hayatında korkaklığın, kararsızlığın, boyun eğişin, halkın acılarına karşı duyarsızlığın izi yoktur.  O bizim Vedat Abimizdir.

Sevgisiyle de azarıyla da en saygı duyduğum insanlardan biridir. Çünkü azarlarken de insanı bilgi ve sevinç doldurur. Şahsen, kişisel ya da toplumsal herhangi bir konuda ikircikli kaldığım zaman koşup Vedat Abiye akıl danıştım. Uyarılarını, önerilerini dinleyip uygulamaktan hiç pişman olmadım. Büyük yazar, büyük insan kimliği, yapıtlarında ufkunuzun açıldığı, varlığında onur bulduğunuz, bilgeliğinde bilgi dolduğunuz bir kimliktir. Vedat Abi böyle bir büyüğümüzdür; umut, direnç, bilgelik kuyusu.

Vedat Türkali, bir ömür dimdik duruşuyla, inançlarından ödünsüzlüğüyle, yakınmasız umuduyla ve ölümsüz yapıtlarıyla ışık ve güç kaynağımız olmuştur. İnsanlık düşmanlığının kuduzdan kuduz olduğu şu günlerde, o bu halkın yenilmezlik simgelerinden biridir. Zaten büyük insan olmak da budur.

-------------------
Vedat Türkali

“Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı, celladın ipi,
Spikerin çenesi, baskı makinesi
Haramilerin elinde”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Mart 2013 Pazar

Kalemini de al git!



10 Mart 2013, 12:49
Kalemini de al git!
Sıradan bir insani davranışın “kahramanlık” sayılması, “felâket” in kapıda olduğuna işarettir. En normal, en sıradan bir davranış, söz gelimi, bir gazetenin, toplumu ilgilendiren bir olayı haber yapması, gerçeğe ışık tutan bir belgeyi yayınlaması ya da bir gazetecinin siyasi iktidarı eleştiren yazı yazması. Bunu yapmak “kahramanlık” sayılıyorsa, o toplumda kapıyı çalan felâket değilse ne?

Bir işi yapma uğrunda ağır bedel ödemeyi göze almak, kahramanlığın bir özelliğidir. O iş, gazeteciliğin “sıradan işleri” ise, demek ki bu toplumda sıradan bir gazetecilik bile “çok ağır bedel” gerektiriyor! Eğer sıradan bir iş için çok ağır bedel ödemeyi göze alıyorsanız, esasında bu sizin kahramanlığınızdan çok, “felâket”in büyüklüğünü gösterir. Felâketi o noktaya getirense, karşısında adım adım geri çekilme, yani adım adım ona teslimiyettir. Teslim alanın güçlü olmasından değil, teslim olanın güçsüzlüğünden. İktidar baskısıyla işinden atılan, tutuklanan bir gazeteciye, yazara  arka çıkmak, düşünceyi suç sayan anlayışa karşı olmak demokratlığın en sıradan, en doğal tepkileri değil midir? Bu tepkiler ağır bedel ödemeyi gerektiriyorsa, o toplumu tanımlamaya “felaket” sözü de yetmez.

İşin bir yanı bu; diğer yanına gelince: AKP on yıldan fazladır bu ülkenin başında. Soldan devşirme liberaller, bu sürenin büyük bölümünde “vesayeti kırıyor, darbelerle hesaplaşıyor, demokrasi yolunu açıyor” türünden gerekçelerle iktidarın maskesini cilaladı. Zaman içinde dökülmeye, daha doğrusu AKP tarafından dışlanmaya başladılar. Bugünkü halleri hazin! AKP’ye kürekçilik yaptıkları dönemde, “bu gidişatın varacağı yer dikta, padişahlık, dinci faşizm” diyenleri  “darbeci” diye suçlayıp ihbar ettiler. Kendileri,  “vesayetle, orduyla, darbecilikle mücadele” edildiğini söyleyerek, “ileri demokrasi” düşleriyle toplumu avuturken, iş geldi “tek şefe, şeriata, bilim düşmanlığına, yargı despotizmine” dayandı. Ayılıp, “Biz sizi bunun için mi destekledik, ne yapıyorsunuz?” demeye başlayanların “kaderi” de artık “tek şef”in dudakları arasında: “Kalemini de al git!”

İş gelip, RTE’nin bir zamanlarki “Hasan Abi” sine dek dayandı. Artık, “Hasan Abi”, 5 vakit namaza dursa, içki bardaklarını kırsa, umreye abone olsa, Başimam’ın sözlerini muska diye boynuna sarsa da boş! O işlerin “gerçek” sahipleri var. “Hasan Abi” çakma kalır! AKP’nin “Çakma ile idare” dönemi geçti. Trajikomik olansa: AKP' nin yapılanmasında kürekçi başlarından biri de “Hasan Abi”ydi! Sadece medya değil, edebiyat, sanat çevresinden ünlüler de dahil, bir dönem RTE kürekçiliği yapan soldan devşirme liberallerin birçoğu şimdi sepette! “Örnek gazeteci, örnek sanatçı” tipi artık gedikli gericiler.

Kuşkusuz ki, ruhlarını tümden kiralamış, yalakalığı kişilik edinmiş birkaçı hariç, AKP’nin ilk dönem kürekçilerinin düştükleri bu hale, “müstahaklar” diye el ovuşturmamak gerekir. Hem insani duyguya yakışık değil, hem politik açıdan doğru olmaz. Fakat onların yapmaları gereken de, “akıllarının başlarına geldiğini” kanıtlamalarıdır. İçlerinden bazılarının yaptığı gibi, tırsıyıp kenara çekilmek değil. Çünkü “işin bitti” dendiğinde “arazi olmak” da teslimiyetin bir biçimidir. Kürekçilik döneminde girdikleri her ilişkiyi, verdikleri her sözü, tanık oldukları her karanlık işi cesaretle halka açıklamalılar. Bu, ilkin, kendi vicdanlarını temizlemenin bir çabası olur ki, saygı duyulur. Hem de dinci gericilik ve onun dikta hevesine karşı sürdürülen mücadeleye katkı anlamı taşır. Korkmamaları, cesur olmaları gerekir. Korku, düşmanın hizmetindeki bir duygudur. Direnişi besleyen duygu, cesarettir. Devrimci güçlerin cesaret eksikliği gibi bir sorunu yok. Bir avuçken de, tek başlarına kaldıklarında da cesaretle direndiler. Zindanlar direnenlerle dolu. Cesur olması gerekenler, akılları sonradan başlarına gelenlerdir. Tek çareleri, AKP’ye karşı verilen demokrasi mücadelesine katılmalarıdır. Tabi ki, gerçekten demokrasiye özlemleri  var ise!

______________________________________________________

Dörtlük

Cesaret hızla ulaşır kimliğine eğer yalınsa

Bileğitaşındaki bıçak hızıyla kınsız dolaşır,

Korkudur süslenen, süslendikçe gizlendiğini sanır

Oysa ki süslenip gizlendikçe daha canavarlaşır

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Mart 2013 Çarşamba

Cinayet, cinnet çağı!



06 Mart 2013, 12:17
Cinayet, cinnet çağı!
Memlekette “öyle haber”in kaynağı bol olduğu için, medya “öylenin öylesini” yani vahşinin vahşisini, kanlının kanlısını, zalimin zalimini seçiyor. Zaten sıradan hırsızlık, kavga, yaralama olaylarının haber değeri yoktur. “Bunu yapan insan olamaz! Okuyunca gözlerinize inanamayacaksınız! Bu kadarı da olur mu demeyin!” türünden başlık atılabilecek bir olay olmalı. Bu türden haberlerin üstüne +18 işareti koyuyorlar. Medyanın bu konularda haber sıkıntısı yok. Tam tersi haber zengini. Üstünde tepinerek canlı canlı mezara konulan kadın, sigarayla dağlanmış bebek, eşinin cinsel organını bıçakla parçalamış adam, komşuyu gözetlediği için gözleri oyulan genç türü haberlerin gazetelerde olmadığı gün yok.  Hem de sürüsüne bereket! Haberi  verme şekli, gazetelerin yapısını da, bu tür haber kaynağı memleketin halini de yeterince yansıtıyor. Canileri, en vahşi cinayet halleri için yarışan bir toplum. Hükümetiyle, medyasıyla bu yapıdan beslenen bir sistem. Toplumsal cinnet hali başka nedir?

Salt kriminalite olsa, “toplum orman kanunlarına teslim” falan der geçersin! Politik dünyanın manzarası da aynı! Hatta benim için çok açık: sosyal hayattaki kriminalite manzaraları, politik dünyada yaşanan cinnet ve cinayet gerçekliğinin gölgesidir.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Aynı gazetelerde, günün politik olayları ile ilgili sayfalara göz atmak yeter. “Bunu yapan insan olamaz! Bu kadarı da olur mu demeyin!” türü başlıklar, politik olaylardaki işkence, zulüm, katliam haberleri için de geçerli değil mi? Uludere katliamını, Ceber’in işkenceyle öldürülüşünü falan  geçtim; tek suçları okullarına gelen bir Bakanı protesto etmek olan şu körpecik öğrencilerin üstünde kabaralı postalları, copları, gazları, kalkanları, dipçikleriyle tepinmek, insanın yapabileceği bir şey midir? Olmadığı gün var mı? Hem de sürüsüyle. Cinnet değil de ne?

İşin bu yanına, yani politik yanına gelince, medyada dil ve yorum birden değişiyor! Zulmün, işkencenin, insanlık dışı muamelenin bini bir para, fakat sitemin zindanlarında, işkencehanelerinde yaşananlar, bir iki muhalif gazete dışında haber değeri taşımıyor. Cinnet ve cinayet daha da çirkefleşiyor. Yalan, iftira ve sahtekârlık, cinneti daha da kuduzlaştırıyor. Evet, cinnet ve cinayet çağının medyası kuduz bir medyadır. Zembereği saldırıya ayarlıdır. Sözgelimi, Kaddafi’nin katlediliş biçimi, “Bunu yapan insan olamaz!” başlığına tam da uygun değil miydi? Dün o katliamı aklayan bir duyguyla “Kaddafi cezasını buldu!” başlığıyla haber yapanlar, aynı dil ve ruhla bugün de ÖSO’nun çocuklara baltayla kafa kestirmekten, hastane bombalamaya dek insanlık dışı cinayetlerini aklıyor. Onlara göre, “ÖSO özgürlük gücü”, silahlar “insani yardım” malzemesi! Namusunu yitirmemiş bir iki yayın dışında, ÖSO gözüyle yorumlanmamış tek Suriye haberi bulamazsınız. Medya kudurganlığı her gün yeni boyut kazanıyor. Son örneği: Meksika’da mafia içi bir cinayet, “Esed ordusu tarafından kafaları elektrikli testere ile kesildi!” diye verildi! Bu tür haber sahtekârlığı bir değil, binlerce.

Toplumun cinnet hali ve cinayetler, medyanın “haber gıdası”! Vatandaş zaten,  bu türden cinnet ve cinayet olaylarının gönüllü muhabiri oldu. Ceplerindeki “Akıllı telefon”ların kameraları 24 saat açık! Cinnet ve cinayet çağının politik yapılanma kadroları ise özel yetiştirildi. Dünyaya ilişkin politik haber ve yorumları onlar yapıyor. Bu kadrolar içinde “ödülle” süslenmiş ünlü yazarlar da var, ABD hayranlığıyla eğitilip “Ortadoğu siyaseti uzmanı demokrat” maskesiyle medyada üst katlara yerleştirilmiş süslü, besili gazeteciler de! Dünyadaki olaylara ilişkin söyledikleri yalan ve çarpıtmalar “Bu kadarı olmaz?” dedirten cinsten! Kendi kazançları nedir, bilmem; ama bu halk düşmanlarından hayatın kazandığı hiçbir şey yok. Dahası: halka cinayet ve cinnet emziriyorlar, yani kan! Sistem medyasının her zamanki yapısı buydu, ama bugünkü kudurganlığı her zamankinden fazla!

*********************

Dörtlük
Hayata katkınla anıl
Malınla mülkünle değil
Mazlumun bağrında sağıl
Zalimin koynunda değil

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

3 Mart 2013 Pazar

Zehrin besin değeri!



03 Mart 2013, 12:58
Zehrin besin  değeri!
 Birden bire bütün Türkiye  “Analar ağlamasın”cı oldu. Uzaktan bakana kötü değil: savaş, kan, katliam karşıtı bir ülkeyiz! Biraz yaklaşınca, manzara, içine kelebek düşmüş karınca yuvası gibi. Ya da rüzgâra yakalanmış harman yeri, sap saman birbirine karışmış. Uzaktan çekilmiş fotoğrafı posterlik; içinde yaşayana ise cehennem! Sadece bizim tarihimizde değil, sanırım dünya tarihinde de, “savaş karşıtlığı”nın karadan beyaza “rengârenk”, bu derece keşmekeş, toz duman halinin bir benzeri yoktur.

Baş “Analar ağlamasıncı” memleketin anasını ağlatan RTE! AKP, hem Suriye’deki kanlı karanlık hesaplar ve ABD’ye savaş taşeronluğu için mekik dokuyor  hem de  “barış, halkların kardeşliği” gazelini okuyor! Öyle ki, “Barış için gerekirse zehir içerim!” diyecek derecede! Uludere’yi soranı azarlıyor; ama katliam karşıtı! “Barış girişimlerini bozacak davranışlardan herkes kaçınsın!” diyerek, BDP’yi “Fazla konuştuğu” için uyarıyor; ama Kandil’e yağan bombaların düğmesi kendi komutunda.

“Bu süreçte herkes konuştuğuna dikkat etsin!” diyen BDP çok mu dikkatli? Parti Grup toplantısında, en yetkili kişilerden biri olan Kışanak, RTE ile birebir aynı içerikte CHP’ye iftira atmadı mı? Tam da böyle bir dönemde, desteksiz konuşmak ciddi politikacıya yakışır mı? Hadi, ortalığı gaza veren diğer  vekiller HDK ve kendi adlarına “özür” dilediler. BDP onu da yapmadı. Kaldı ki, özrün kıymeti harbiyesi ne? İtfaiyeci, “rüzgar yağmur çağırır” mantığıyla, yangına körükle gitmiş, ya da aşçı bozuk malzemeyle yemek yapıp müşterisini zehirlemiş, sonra da “özür” dilemiş! Kendini gözden geçirmesine garanti mi?

“Herkes konuştuğuna dikkat etsin!” uyarısını S. Demirtaş da titizlikle yaptı! Son derece ciddi ve hassas bir politikacı, bundan hiçbir kuşkum yok. Üstelik de, konuşmaya en fazla hakkı olan bir kesimi temsil ediyor. Tabi ki konuşacak. Ama kimi zaman, hem “konuşmadıkları” hem de “konuştukları”yla, bir muhalefet partisi liderinden beklenmeyecek hallere düşüyor. ÇHD ve HHB operasyonlarından, KESK ve İstanbul Barosu’na yönelik tertiplere; HES eylemcilerinden, emekçi ve öğrencilere yönelik saldırılara; ABD’ye savaş taşeronluğundan, komşu ülkelere cephane sevkiyatına; kültür kurumlarına saldırılardan, dinci yobazlığın beslenmesine dek  AKP faşizmi katlandıkça katlanıyor. Demirtaş gibi önemli bir politikacının söyleyecek sözü olmalı. Bu ülkedeki zulüm sadece Kürt sorunu ile mi sınırlı? “Hassasiyet” iyi de, susmanın bu derecesi düşündürücü. Kimi konularda ise söyledikleri düşündürücü. Kadir İnanır’ın kadirbilirliğine o derece inandı ki, “kutlayıp, bütün sanatçıları onun gibi cesur olmaya” çağırdı! Ahmet Kaya’ya linç girişiminde, sessizliğiyle salondan tüyen o değil miydi? Bu ülkedeki zulme karşı yıllar ve yıllardır sürdürülen hangi mücadelede yer almış? Politik mücadeleyi geçtim, yıkıma, baskıya hedef olmuş sanatçıların yanında mı saf tutmuş? Şimdi birden bire “mücadelede cesaret” simgesi! RTE’nin megafonu olarak! Hadi, bir cümle de RTE faşizmine karşı söylesin! RTE’nin “Savaşın bitmesi için gerekirse zehir içerim!” işaretinden sonra, İnanır, “İmralı ile müzakereleri destekliyorum!” demiş. Demirtaş da, “bu cesareti” bütün sanatçılara örnek gösterdi! O zaman, doğal olarak, bu konularda bin katıyla lâkırdıcı, diyelim ki Nagehan Alçı, Aslı Aydıntaşbaş, Işın Eliçin, Kütahyalı, Ş. Tayyar türü kişileri de “cesur gazeteciliğe” örnek göstermesi gerekmez mi? Yeter ki “Kürtlerle savaş bitsin!” desinler, ABD’ye çömez, AKP’ya yandaş, Suriye’ye karşı savaş kışkırtıcısı olmuşlar, ne önemi var? Böyle bakınca, Emniyet ve Cemaat tetikçisi Baransu’dan Uslu’ya; Erdoğan yaltakçısı Metiner’e; İ.Tatlıses’ten arabeskçi şaklaban N. Doğan’a, tarikatçı H. Şükür’e “Savaş bitsin, analar ağlamasın!”cılık ülke boyutunda rengârenk. Gazeteci, TV’ci, “stratejist”, uzman, profesör zaten saymakla bitmez!


Geriye kalansa, devrimcilerdir; başta Kürtler, tüm halk haklarının kayıtsız şartsız verilmesi için; içerde ve komşu ülkelere yönelik  savaş politikalarının bitirilmesi için; emekçi halka ve kuruluşlarına, bilime, sanata, yargıya yönelik faşist saldırılara karşı, hangi kültür ve inançtan olursa olsun, yoksullarla omuz omuza mücadele eden devrimciler. Ki, Kürt halkının gerçek dostları da onlardır.

________________________________________________
Dörtlük

Şeyh Reza Talabani (Kürt şairi 1842-1910):

“Herkes bilir Müftü’nün evi ne yandadır, Kadı’nın evi ne yanda

Yoksulun biriyim ben, ne yanda olduğum kimin umurunda”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..