26 Aralık 2014 Cuma
19 Aralık 2014 Cuma
12 Aralık 2014 Cuma
7 Aralık 2014 Pazar
29 Kasım 2014 Cumartesi
Sol Dergi yazısı
Türbanın zulası
Çocuk saçından cinsel tahrik çocuk pornosuna girer; cezası ve tedavisi gerekir!
Çocuğa türban” konusuna ilişkin düşüncemi baştan özetle söylersem, şudur: 7-8 yaşında çocuğa türban savunmak ile çocuk pornosunu savunmak arasında fark yoktur. Sunumu dinsel de olsa, öz olarak türban “dinsel” değil “cinsel” bir motiftir! Dinselliği cinselliğin örtüsüdür. Tahrik edici buldukları saçın, tıpkı tahrik edici buldukları diğer uzuvlar gibi ‘mahrem’ sayılıp örtülmesi düşüncesine dayalıdır. Çocuğa türban, çocuğu cinsel obje görmektir ki, çocuk pornosuyla ilintilidir ve ciddi bir hastalık türüdür. Dahası: insanlık suçudur! “Yetişkin” birinin “mahrem” diye saçını örtmesi ve bir başka “yetişkinin” de “saç tahrik edicidir, örtmen gerekir” demesi, yani bazı “yetişkinlerin” böyle “örtülü fantaziler” taşımasını diyelim ki geçtik! Ama çocuğa (ve de doğadaki savunmasız diğer canlılara) “cinsel” obje gözüyle bakan kafayı geçemeyiz! Mümkün değil! İnsanlıktan vazgeçmekle aynı anlamdadır. İnsanlığı tehdit eden hastalığın tedavisi ve insanlığa karşı işlenen suçun cezalandırılması gerekir.
Sezen Aksu’nun, “Bizi örtceğinize kendi nefsinizi terbiye edin öküzler” sözü, saçı “mahrem ve tahrik edici” bulanlara bir ‘reşit kişi’ tepkisidir. Peki, çocuk ne olacak? Çocuğa yönelik tehlikeyi de “Çocuğu örteceğinize tedavi olun” türü tepki cümlesiyle geçiştirmek mümkün mü? Caniliğin, hırsızlığın cezai müeyyidesi “git tedavi ol” nasihati mi? Yobazın, dinci politikacı ve ulemanın değil, çağdaş toplum bilimciler, psikologlar, hukukçular ve eğitimcilerin raporlarına bakarsanız, ‘çocuğa türban sarmanın’ insanlık ve toplum için ne derece vahim bir durum olduğunu anlarsınız! Lamı cimi yok, çocuk saçından cinsel tahrik çocuk pornosuna girer! Savunması, mazereti olmaz. ‘Aydın’ sıfatlı bazı eblehlerce “ebeveynlerin çocuklarını istedikleri gibi yetiştirme hakları var, çocuğu türbana teşvik bu hak ve özgürlük alanı içinde değerlendirilmeli” türü ‘mazeretler’ üretilmesi ise çocuk pornoculuğuna kürekçiliktir!Peki ‘ebeveyn’ sapık, cani, sadist ruhluysa ne olacak? Çocuklar (ve doğa ve hayvanlar gibi korunmasız canlılar) “ebeveynler” ve “sahipler” den önce insanlığın koruması, güvencesi altındadır. İnsanlık değerleriyle çelişme temelinde bir ‘özgürlük’ mümkün değildir! Aydın bakışı budur. Bir arzuya “özgürlük” sıfatı takmak, o arzunun özgürlük anlamı taşımasına yetmez! Çocuk pornosu insanlık düşmanlığıdır. Çocuğa türban da bunun örtüsüdür. İnsanlık düşmanlığının özgürlükle ne ilgisi olabilir? Türbanın özü ne? Cinsel tahrik algısına karşı “mahremiyetin örtülmesi” değil mi? Türban ‘özgürlük’ motifi olarak öyle bir dayatıldı ki, taşıdığı anlam (yani özü) detay kaldı! Detay öz oldu, öz detay! Buyrun: şimdi türban anaokullarına indi! 5 yaşında çocuklara türban bağlayan anaokulları türedi; “eğitimci” sıfatlı “bakıcılar” ise karaçarşaflı!
Merak ediyorum, başı sarıldığında çocuk “niye” diye sorunca “dinimizin emri” mi diyorlar? Peki, “dinimiz bunu niye emrediyor?” diye sorunca? Bütün bunlar fasarya! Türbanın zulasında ne var? Türban takan Vekil hanım,”bir daha açılıp kirlenmeyeceğim”; sisteme yalakalık için türbanlanan ‘star’ hanım ise “örtünüp temizlendim” dedi! “Reşit” biri hangi uzvuna ne anlam yükler, kendi bileceği şey! Ya, çocuk? Kısacası: Çağdaş hukukta çocuk pornosunun cezai müeyyidesi neyse çocuğa türban savunana aynısı; çağdaş psikolojide çocuk pornocusuna ne teşhis konuyor, ne tedavi öneriliyorsa, çoçuk türbancısına aynısı uygulanmalıdır. İnsanlık görevi olarak!
* * *
Yan yana geldiğimizde ikimiz de durduk! Yolda karşılaşıp, hâl hatır sormak için durmuş iki dost gibi. “Nasılsın?” dedim, kısadan “Gurg gurg” dedi;”Nereye?” dedim, uzunca “Guurg”diye yanıtladı; “Hava serin!” dedim, ses vermedi ; “Yalnız mısın?” diye soracaktım ki, eşinin uzaktan gelen çığlık benzeri ötüşüne dikkat kesildi! O yoluna ben yoluma, ayrıldık! Antik Çağda Tanrıça Hera’nın simgesiydi. Hera’nın hizmetkârı olan bin gözlü Dev Argos’u Hermes öldürünce, Hera devin gözlerini tavuskuşunun kuyruğuna serpmişti! Ezidilik inancında Tanrı Azda’nın yarattığı kutsal bir kuştur. Evreni ve insanları yaratma görevi verilen “Melek-Tanrı”yı simgeler! İslâmda ise “Süleyman Aleyhisselam’ın tevsiri”ne göre, tavus öterken “Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın” diye bağırmaktadır! İnançlarda böyle de, yaşanan hayata gelince: bugün dünyamızın bir yanı yeşili mavisiyle rengârenk tavus duygusu; diğer yanı, emperyalizmin bilediği bıçakla şeriatçı kuduzların akıttığı kan gölü, acı kuyusu....
Sol Dergi yazısı
Yargıcın terazisi İmamın şirazesi
Dinci kafa için ‘suç’ ölçüsü ‘günah işlemek’tir; cezanın tartısı ise şeriat
Tanrı buyrukları”yla örülü dinci kafaya göre “günah” ile “suç” özdeştir; “Cezasını bu dünyada görmese bile Allah öbür dünyada verecek”tir! “Bu dünyada görmese bile” yorumunda “günahın cezası bu dünyada verilmeli” arzusu gizlidir. “Tanrı adına hareket ettiğine inanan İmam” kendini tanrının kadısı görür! İmamın yargı ölçüsü “adalet terazisi” değil “inanç şirazesidir”! Dinci kafa için suç tartısı “şeriat hukuku”dur; bir kefedeki “suçun” cezasını diğerindeki “günah” darasıyla tartar! Hukukun çağdaşlaşma, insanileşme süreci aynı zamanda ilkel, dinci yargı bakışı ile çatışma tarihidir. Laik toplumda bir din adamı (mesela papaz) “Kutsal kitabın günah saydığı fiiller suç kapsamına alınsın” ya da “Devlet tanrı buyruklarıyla yönetilsin” derse herhalde tımarhaneye kapatılır! Laik olmayan toplumda ise vekil, bakan, başbakan, devlet başkanı olur! Demokrasi, bilim, eğitim, kültür alanlarının güvencesi olan laisizm, hukukun da güvencesidir. Dinci ister ki, terazi bağımsız yargıda değil İmam’ın elinde olsun! Bilimi, eğitimi, hukuku, kültürü “tanrı adına” o tartsın! Haklıya haksıza, suçluya suçsuza, doğruya yanlışa o karar versin! “İnanç bireyin duygu sınırlarında kalmalı; topluma, bilime, kültüre, siyasete dayatılmamalı” diyen laisizm, İmam için “kafir icadı”dır! Sözlükte “kitap ciltlerinin iki ucundaki, yaprakları düzenli tutan ibrişim ince şerit” ya da “pehlivan kispetinin paçası” diye açıklanan “şiraze” sözü Osmanlıca’da “düzen, nizam” anlamlı hukuk terimidir. Şiraze-bend “düzenleyen, tanzim eden” demektir. Hilafet özlemli Osmanlıcı dincilerin laisizme duydukları kin, toplum yaşamına din düzeni verme isteklerinden beslenir. Bilim, kültür, eğitim, hukuk, kısacası her alanda dinci düzende esas olan dini referanslardır! Onunla çelişmek günah işlemektir; günah suçtur! İslam, insanın varoluşunu Araf suresinin 189. ayeti ve Bakara suresinin 36,37,38. ayetlerine, yani “Adem ve (Allah tarafından Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan) Havva”ya dayandırır. Dine göre tüm canlıları tanrı yaratmıştır! “İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini” söylemek (yani Darwin’in Evrim Teorisi’ni savunmak) günah eylemidir. Çağdaş hukuk terazisinde “suç” olmayan bu eylem dincinin şirazesinde “suçların en büyüğü”dür! Dinci kafa, bu günahı (yani suçu) teşhir, lanet ve cezalandırmaya dönük eğitim düzeni ister! Bilim, eğitim alanlarında böyle de, kültür, hukuk ve diğer toplumsal yaşam alanlarında farklı mı? Kadın konusunda, başı açık olmasından, sokakta kahkaha atmasına dek “günah”a sarmadıkları kadın davranışı mı kaldı? Kadınlı erkekli oynanan halk oyunlarını bile “günah kapsamı”na aldılar! Çağdaş hukukta suç olmayan nice düşünce ve eylem “makatımı yıkarken içeri su kaçarsa orucum bozulur mu” diye soran dinci kafa için “günah” yani “suç”tur. Sözgelimi ateist olmaktan daha büyük “suç” mu var? Kısacası bir toplumda dinci kafa yönetimdeyse, o toplumda çağdaşlığın, aydınlanmanın, bilimin, kültürün, eğitimin, hukukun, insani değerlerin vay haline! İşin tuhafı, hali “vay” o toplumu yöneten dincilerin “hikmetinden sual olunmaz” serveti, “taşımakla sıfırlanmaz” türdendir! Bugün bu toplumda gelinen nokta budur. Dinci kafayla demokrasi arasında uyum arayan; türban gibi dinci tırmanış simgelerini özgürleşme adımları diye dayatan; dincilikle dirsek temaslı demokratlık teorileri üreten; hilafet özlemcilerini “demokrat” diye sunan; dinsel referanslarla siyaset yapan herkes bu karanlığa kürek çekmiştir. Gedikli dincilere ve dinci yapılanma sürecine kürekçiliğin şampiyonları sağlı sollu liberallerdir. Onların bu insanlık suçlarını tartacak terazi ise sosyalist mücadele.
***
Bahçeye açılan kapıdan çıkıyordum ki, çatıyla çınar arasında bir cayırtı koptu. Serçeler çığlık çığlık havalandı. İlk darbeyle düşürdüğü serçe yavrusunu almak için hızla indi atmaca. Belli ki yavrunun ilk uçuşuydu! İçgüdüsel bir refleksle bağırıp, elimdeki kitabı o yana fırlatmışım! Atmaca yavruyu alamadan havalandı. Serçeyle eve döndüm. Kalbi öyle çarpıyor ki, nerdeyse çarpıntısında boğulacak. Tüylerini üfleyip, yarası var mı diye baktım. Avcumda baygın yatıyor. Kızım, “Kurtar onu, ölmesin” diye yalvararak gagasına birkaç damla su bıraktı; serçe kendine geldi, doğruldu! Kapayıp avcumu öptüm gagasından. Balkona çıktım. Göğü görür görmez anımsadı yaşadığını; canhıraş bağırmaya başladı! Ben avcumu açtım, o kanatlarını. Gagası ve kanatlarında insan öpücüğüyle kurtuluşuna uçtu! Bırakıp ruhuma çıkarsız dostluğun doyumunu....
Sol Dergi yazısı
Katil başa, hırsız leşe!
‘Zalimler ve yağmacılar bir ülkeye egemen olabilir mi’ demeyin. Niye olmasın? Tarihte örneği saymakla bitmez!
Hırsızın bir ülkede en ünlü popstardan daha ünlü olduğunu düşünün ya da eli kanlı bir katilin ülkenin en güçlüsü! Ve de o despotun önünde devlet erkânının tapınırcasına el pençe dizildiğini! “Olur mu canım” demeyin! Niye olmasın? Tarihte yığınla örneği yok mu? Sözgelimi Hitler.
“Yalancı, sahtekâr, madrabaz, yağmacı, katliamcı, psikopat, dinci, kinci biri bir ülkenin en güçlü kişisi olur mu” demeyin! Olur! Örnek diye hangi birini sayayım, tarih onlarla dolu! Ferdinand Marcos, “Baby Doc” lakaplı Duvalier, Salazar, Franco, Mussolini...
Filipinler’de karı-koca kurdukları tiranlığı 20 yıl yöneten Marcoslar, ülkelerini soyup İsviçre bankalarına onlarca uçak dolusu altın, dolar taşımadılar mı? Onbinlerce insanı acımasızca öldürmediler mi? Bir ABD köpeği olan katil, hırsız Marcos, “dünya lideri” sıfatıyla ABD’den “üstün hizmet madalyası” almamış mıydı? Muhalifi Benigno Aquino’yu sokakta kurşunlatıp öldürten o değil miydi? Ya “Baby Doc”? 15 yıl boyunca Haiti’yi kan gölüne çeviren, uşağı olduğu ABD’nin yağmasına taşeronluk yapan, soygun servetini ABD ve Batı bankalarına yığan o değil miydi? Keza, 36 yıl boyunca Portekiz halkının bağrına sülük gibi yapışıp kan ve can emen Salazar, bir elinde kutsal kitap ve din sopası, bir elinde kanlı kılıcı, aklı fikri yağma ve hırsızlıkta İspanya’yı cehenneme çeviren Franco, İtalya canavarı Mussolini... En tepede ve “devlet” olan bunlar değil miydi?
General Noriega’yı unuttunuz mu? Augusto Pinoche’yi, Porfirio Diaz’ı, Barrientos’u, Batista’yı? Bunları unutmanız acılarınıza, yani kendinize ihanet etmeniz demektir! Bunları
unutmanız halk düşmanlığını, zalimliği, hırsızlığı bağışlamanız anlamındadır. Noriega’nın elindeki kan ve ABD’ye kaçırdığı servet sadece Panama halkının kanı ve Panama’nın serveti değil, insanlığın kanı ve servetiydi.Pinoche’nin emriyle öldürülmeden önce parmaklarıkırılıp kesilen Victor Jara’nın çığlığı dünyanın bütün halk şarkılarında çınlamadı mı? O kan kurur mu, unutulur mu, sızlaması diner mi? 35 yıl Meksika’yı kuduz salyasıyla ısıran ABD uşağı Diaz’ın halkın bağrındaki diş izleri nasıl unutulur? Che’nin gövdesini kurşunlarla delik deşik ettirdiği yetmez gibi, bileklerinden ellerini kestirip, helikopterinin iniş takımlarına bağlatan ve “zafer” uçuşları yapan ABD ve petrol tekellerinin sadık köpeği Bolivya’nın hırsız, katil Devlet Başkanı Barrientos unutulur mu?
unutmanız halk düşmanlığını, zalimliği, hırsızlığı bağışlamanız anlamındadır. Noriega’nın elindeki kan ve ABD’ye kaçırdığı servet sadece Panama halkının kanı ve Panama’nın serveti değil, insanlığın kanı ve servetiydi.Pinoche’nin emriyle öldürülmeden önce parmaklarıkırılıp kesilen Victor Jara’nın çığlığı dünyanın bütün halk şarkılarında çınlamadı mı? O kan kurur mu, unutulur mu, sızlaması diner mi? 35 yıl Meksika’yı kuduz salyasıyla ısıran ABD uşağı Diaz’ın halkın bağrındaki diş izleri nasıl unutulur? Che’nin gövdesini kurşunlarla delik deşik ettirdiği yetmez gibi, bileklerinden ellerini kestirip, helikopterinin iniş takımlarına bağlatan ve “zafer” uçuşları yapan ABD ve petrol tekellerinin sadık köpeği Bolivya’nın hırsız, katil Devlet Başkanı Barrientos unutulur mu?
Aman, sakın ha, “o dönemler geçti, tarihte kaldı” demeyin! Hesabı sorulmamış acı iyileşmez; emperyalizmin ve kapitalizmin kan bataklığı kurutulmadıkça, kan emici zalimler ürer de ürer; sermaye soyguna, hırsızlığa, katlima doymaz! Bakın, şeriatçı ve soykırımcı Ömer El Beşir orada; eline emperyalizmin verdiği kanlı bıçakla Ebu Bekir Bağdadi burada! Biri Sudan Cumhurbaşkanı. Katlettiği milyonla insanın kan gölünde yüzerek saray kurdu! Türkiye’de “üst düzey” ağırlansa da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce hakkında Darfur Soykırımı nedeniyle tutuklama kararı var. “Bağdadi” lakaplı diğeri, gelmiş geçmiş bütün diktatörlerle kan içme yarışına girmiş! Farkı, ABD petrol tekellerinin sadık köpeği Barrientos Katolikti, bunlar şeriatçı! Bu despotların tümü, kendi bölgelerinde ABD ve Batılı “sahip”lerinin gölgesidir; o gölge ki kan, katliam ve yağmanın örtüsü!
***
Kızıl şahine bak sen! Nerede ne zaman Türkçeye girdiği bilinmez “azizliğe uğramak” sözünü zenginleştireceği hiç aklınıza gelir miydi? Genellikle magazin sayfalarında eteği açılmış starlar “rüzgârın azizliğine uğradı” diye haber olur! Ya da ‘star’ düşmüştür, “topuklu papucun azizliğine uğradı” diye yazılır! Maç kaybetmeyi “zeminin azizliği, yağmurun azizliği” diye açıklayan da var! Din takıntım yok ki “aziz, azize” takıntım olsun, ama ne yalan söyleyeyim ben bu “azizliğe uğrama”ya “sempati” duyarım! Daha doğrusu “uğrayan”a değil de “uğratan”a! Kesicinin elinden kurban kaçmış, üstelik “sahibini” boynuzlamış! Haberde “Keseceği boğanın azizliğine uğradı” diyor! Gel de o boğaya sempati duyma! “Kızıl şahinin azizliği” başlıklı haber daha neşeli: “Belediye Başkanı, yanındaki görevlinin elinde bulunan kızıl şahinin azizliğine uğradı!” Şahin uçmak için çırpınınca, çarptığı Belediye Başkanı yere serilmiş! Açıkçası, benim kalbim de “kızıl şahinin azizliği”nden yana çarptı!
Sol Dergi yazısı
Hem aydınlanma düşmanı, hem ‘demokrat’!
Yalancı ama ‘iyi avcı’ mümkün. Hatta ‘yalancılık avcı özelliğidir’ denebilir! Avcı hikâyelerini dinlemeye doyum olmaz! Ama, gel de yalancının ‘iyi savcı’ olmasını anla! ‘Mütalaa’sı gizli tanık, sahte delil, yalan beyana dayalı ama ‘savcının en alâsı’!
Tanıdığım bir ürolog var, mesleğinde birinci sınıf. Daha sen “pro” demeden prostatındaki problemini söylüyor! Ama siyasetten, sosyal sorunlardan bihaber! Bazı meteorologlar var ki, ‘hava tahmini’ şaşmaz, yüzde yüze yakındır. Daha ‘pazar’ demeden o gün gök ne renk alacak, sana çizer! Ama ırkçılık düzeyinde milliyetçi olabilir! Gök cisimlerinin ırkı olsa, dünya dışındakileri topa tutar! Kısacası, sosyal hayattan bihaber ‘iyi ürolog’ ya da ırkçı fakat ‘iyi meteorolog’ mümkün de, ‘iyi sosyolog’ nasıl oluyor, anlayabilmiş değilim! Acaba başka ülkelerde de böyle mi, bilmiyorum, ama Türkiye bunlarla dolu! Demek ki ülkemiz bir istisna!
Sözgelimi, zulüm sisteminin gedikli kürekçileri, bu ülkede ‘insan haklarının bekçileri’dir! Yani öyle sunulurlar. O denli çok ki, hangi birini sayayım, medya onlarla tıka basa dolu! Mini eteklisinden türbanlısına, jölelisinden sakallısına, fraklısından şalvarlısına kadar!
‘İyi topçu’luğu ırkçılığına örtü olan sporcumuz var; sihirbazlık derecesinde ahlaksız dizi oyuncumuz var; sistem körükçüsü ‘solcu’muz var; ‘ABD över yurtsever’imiz var; ‘karanlığın avukatı iyi demokrat’ımız var... Hem de bu memlekette sürüsüne bereket! ‘Savaş çığırtkanı ama iyi aşçı’ mümkün, bunu anlıyorum, ama ‘barışçı’ nasıl oluyor, çözebilmiş değilim. Kastım, Barış Nobeli sahibi Obama’dan çok bizim dalkavuklar! Hem de her biri prof. ‘uzman’! Bu ‘uzmanlık çorbası’na bir açıklama bulmalı. Ama hukuk diliyle mi, psikiyatri diliyle mi, siyaset diliyle mi, yoksa sokak ya da tokat diliyle mi? Maşallah uzmanlık alanı ‘sahte ilaç piyasası’ gibi! Halka ‘çakma uzman’ kakalamadıkları alan kalmadı! TV ekranı işporta tezgâhı gibi, ileri derecede şariat yanlısı ama “iyi demokrat” dolu! Ha keza ‘eskiye özlem duyan yenilikçi’ gırla! Bit pazarına nur yağmasa “Yeni Türkiye” doğar mıydı! Muhafazakâr dinci ama “iyi devrimci” bulmak için uzağa gitme, bakanlardan başla saymaya! Üstelik, ebleh liberallerce “muhafazakâr devrimci” diye onaylı! Aydınlanmacılık muarızı ama “demokrasi muhafızı” dersen, “Meclis’e ve medyaya” bak yeter! “Hilafetten bu toplum ne zarar görmüş” diye soran vekil-yazar az mı? “Özgürlükçü” ama “ABD’nin Ortadoğu’da inisiyatif almasına” körükçü “Marksizm uzmanı” olan yerde, “yok yok” olmasın da ne olsun! ‘Ne kadar köfte, o kadar ekmek’; ne kadar liberal, o kadar çorba!
Karanın karası ‘AK Parti’miz, sığ mı sığ “stratejik derinliğimiz”, dünyaya alay konusu “dünya liderimiz” olduktan sonra, dincilik açılımlı “laik sosyal demokratımız” niye olmasın! Kısacası: “Ayıkla pirincin taşını” dönemi, kendini “ayıkla taşın pirincini” diye yenilemiştir! “Yeni Türkiye” ile neyi yedirdikleri belli değil mi?
* * *
“Köpek katliamı” diye tıklayın. bakın vahşetin boyutuna. Haberlerin sonu gelmiyor. “Toplanan köpekler çöp aracında canlı canlı preslendi” başlıklısından “Yavru köpekleri çuval içinde denize attılar” başlıklısına kadar! “Canlı canlı preslenme eylemi”ne belediye yetkilisi “aklınca” açıklama yapmış: “Canlı değillerdi, uyutulduktan sonra çöp aracına alındılar!” İnsan kılıklı oldukları için mecburen “insan” diye anılan bu tür yaratıkların vahşetini tanımlamaya dilin gücü yetmez. Böyle haberler çıktığında, ‘Çapul’ Capone ile göz göze gelmekten utanıyorum. Öyle içten, öyle masum, öyle duygu dolu bakıyor ki, sanki, gözleri ardında insanı insan olmaya çağıran derin bir kuyu var; içi ışık dolu!
Bir ‘yuva’ya kavuşana dek, ömrünün ilk iki yılını kafeste geçirmiş; ondan ki en korktuğu şey yalnızlık; havlamayı yalnızlığın uğultusunda yitirmiş. Uyurken inlediği zamanlarda sesi çıkıyor. Dostluğun sıcaklığını yitirmekten öyle korkuyor ki, dolaşmaya çık, üç adımda bir dönüp sana bakıyor! Banka otur, başı yanı başında, bakışı bakışında! En sevdiği şey iki kaşı arasına dokunulması! İnsan nasıl kıyar böyle canlıya?
16 Nisan 2014 Çarşamba
Ayrılığa dipnot
Daha gazeteyi çıkarmak için çırpındığı günlerde, Yurt’a Merdan Yanardağ’ın davetiyle katıldım. Bir gece yarısıydı, telefonda “Gazete çıkaracağım, omuz ver, köşe yaz” dedi, “tamam, yarın geliyorum” dedim. Merdan’ın gazeteyi çıkarmak için verdiği mücadele dertli ve zorlu bir süreçten geçti. Merdan bütün zorlukları yendi ve gazeteyi çıkardı. O dönem öyle olmak gerekiyordu: Yurt çıkana dek, Merdan’ın yanında hiçbir karşılık gözetmeden gönüllü yer aldım. Sonunda Yurt yayın hayatına başladı.
Yurt, Merdan’ın yönetiminde büyük bir işlev gördü. Alanında barikat oldu, göğüs göğüse dövüştü. Zaten Merdan’ın eften püften gerekçelerle tutuklanmasının asıl nedeni de bu dövüşkenliği, kararlılığı, direnci olmuştur. Benim muhatabım Merdan’dı. O tutuklandıktan sonra gazete ile ilişkilerimde muhatapsız kaldım. O cezaevinden çıkana dek de çelişkileri sorun etmedim. Çıktıktan ve kendisiyle ‘geçmiş olsun’ kucaklaşmamızdan sonra benim için bu satırların vakti geldi:
Yayın hayatına başladığı ilk günden bu yana izin dahi kullanmayıp, yazı günlerimi aksatmadan Yurt’ta yazdım. Büyük olasılık tüm yazar ve gazete çalışanları için aynıdır: Herkes bu gazetenin sürmesi için özveri gösterdi. Gazete oturana dek, ödeme konusu dahil, aksaklıklar sorun edilmedi. Fakat, bu aksaklıklar, gazete geliştikten sonra da, düzeleceğine kronikleşti. Yazarlık ne hobim, ne yan işim. Emeğin mücadelesini verirken, kendi emeğine karşı mahcubiyetini gizlemenin bir sınırı var. O sınırda, özveri anlamını yitirir; yapayalnızdır, kendi kendini dişler!
Yazık ki, hüzün her zaman sanki gölgesiymiş gibi sevincimizin ardı sıra geliyor. Heyecanımızın çevresinde her zaman onu teslim almaya çalışan puslu bir pusu!
Kısacası: dilerim her şey halka ve hayata yaraşır şekilde gelişir diyerek bu köşede yazılarıma son veriyorum. Bir başka barikatta buluşmak üzere kendi yazın çalışmalarıma dönüyorum. En azından emeğime karşı sorumluluğu bana ait olan!
Yurt’a ve Yurt çalışanlarına başarılar dileği, okura sevgilerimle....hoşça kalın!
_______________________________________________
Dörtlük
Nabzım çarptığınca nabzım
Sabrım bittiğince banimdir
Yağmur yağdığınca yağmur
Sular aktığınca serindir
Yurt, Merdan’ın yönetiminde büyük bir işlev gördü. Alanında barikat oldu, göğüs göğüse dövüştü. Zaten Merdan’ın eften püften gerekçelerle tutuklanmasının asıl nedeni de bu dövüşkenliği, kararlılığı, direnci olmuştur. Benim muhatabım Merdan’dı. O tutuklandıktan sonra gazete ile ilişkilerimde muhatapsız kaldım. O cezaevinden çıkana dek de çelişkileri sorun etmedim. Çıktıktan ve kendisiyle ‘geçmiş olsun’ kucaklaşmamızdan sonra benim için bu satırların vakti geldi:
Yayın hayatına başladığı ilk günden bu yana izin dahi kullanmayıp, yazı günlerimi aksatmadan Yurt’ta yazdım. Büyük olasılık tüm yazar ve gazete çalışanları için aynıdır: Herkes bu gazetenin sürmesi için özveri gösterdi. Gazete oturana dek, ödeme konusu dahil, aksaklıklar sorun edilmedi. Fakat, bu aksaklıklar, gazete geliştikten sonra da, düzeleceğine kronikleşti. Yazarlık ne hobim, ne yan işim. Emeğin mücadelesini verirken, kendi emeğine karşı mahcubiyetini gizlemenin bir sınırı var. O sınırda, özveri anlamını yitirir; yapayalnızdır, kendi kendini dişler!
Yazık ki, hüzün her zaman sanki gölgesiymiş gibi sevincimizin ardı sıra geliyor. Heyecanımızın çevresinde her zaman onu teslim almaya çalışan puslu bir pusu!
Kısacası: dilerim her şey halka ve hayata yaraşır şekilde gelişir diyerek bu köşede yazılarıma son veriyorum. Bir başka barikatta buluşmak üzere kendi yazın çalışmalarıma dönüyorum. En azından emeğime karşı sorumluluğu bana ait olan!
Yurt’a ve Yurt çalışanlarına başarılar dileği, okura sevgilerimle....hoşça kalın!
_______________________________________________
Dörtlük
Nabzım çarptığınca nabzım
Sabrım bittiğince banimdir
Yağmur yağdığınca yağmur
Sular aktığınca serindir
13 Nisan 2014 Pazar
30 Mart’ın ‘artçı sarsıntıları’
Doğadaki deprem, büyük kırılmadan sonra ‘artçı sarsıntılar’la dalga dalga azalır. Siyaset ve toplumdaki deprem doğadakine benzemiyor! Tam tersi. Öncü sarsıntıların usul usul yükselip ulaştığı ‘ana yarılma’ daha şiddetli artçı sarsıntıların yolunu açar! Doğadaki ‘fay kırılması’dır, siyasetteki ise zulüm, savaş, kargaşa ve ganimete dayalı ‘pay kırışması’! ‘Siyasi depreme hazırlıklı olmak’ sorununa bu açıdan bakmak gerekir. Hazırlıklı toplum sarsıntıları göğüsler, hazırlıksız olanda ise ‘çürüme’ başlar! ‘Toplumun çürümedik yanı mı kaldı’ diyeceksiniz, hukuk, eğitim, kültür, bilim hangisi ayakta? 30 Mart, dinci faşizmin toplumda artçı sarsıntılarla yükseleceğine işaret etti. Halk güçleri için ana sorun ise: artçı sarsıntılara hazırlık!
Doğadaki depremden sonra, temeli kaymış, dengesi bozulmuş binalara ‘sıva, badana yapıp’ ‘sağlam’ diye oturuma açmakla, siyasi depremde ‘teknesi delik’ güçlerle mücadeleye açılmak birbirinden pek mi farklı? Faşizmin saldırısına dayanmak, mücadeleye hazırlık ‘sıva, badana’ işi değil, halkın antifaşist cephesini temel alan bir kavgayı yükseltme işidir. Bakalım çürüme hangi yönde yayılacak? Şeriatçı milislerin daha da azgınlaşıp ülkeyi iç savaşa çekmesine ya da kemiğinde hissettiği bıçağın dayanılmaz olduğu noktada halkın başsız isyanına ya da herkesin kendi kanununu uyguladığı un ufak çözülüşe doğru mu..? Tümünün sonu acıdır!
Daha 30 Mart’ın haftası dolmadan, yobaz, “Kadın yönetici dinimizce vacip değil” diyor; camiye çevrilen kilisenin papaz odası hela yapılıyor; AKP üyesi bir alçak, onca sabıkasına rağmen ‘kolayca girebildiği’ Meclis'te Ana Muhalefet Liderine saldırıyor; Yatağan işçilerinin en demokratik gösterileri faşist yöntemlerle engelleniyor; direnişteki Greif işçileri zorbaca gözaltına alınıyor;‘seçimde hile’ diyene ‘kediye sorun’ diyorlar! Siyasi zorbalığın artçı sarsıntısı saymakla bitmez: Çamlıca Tepesi’nde usulsüz cami inşaatı mı? Hızlandı! Anayasa Mahkemesi mi? “Haddini aştı!” Fezlekeli Bakanlar mı? “Masum vatandaş!” Urla’daki villalar mı? “Tapulu mesken!” TÜSAK yasası mı? “Sanat neymiş, sanatçı kim oluyor?” 1 Mayıs mı? “Taksim kapalı!”... Çürüme başka nasıl olur? Engellemek için sorun belli: hazırlık; toplumsal barikat!
Pulitzer Ödüllü ünlü gazeteci Seymour Hersh’in Suriye’deki kimyasal katliam için “Arkasında Türk Hükümeti var” iddiasına, Hükümet, “külliyen yalan” dedi! “Kısmen doğru” mu diyecekti? “Sıfırla” işine, “ayakkabı kutusu”na, “tapelere”, rüşvete doğru mu dediler ki? Seymour Hersh, Irak’ta, Vietnam’da, “ABD’nin katliamlarını” yazdığında “yalan” diye saldırıya uğramıştı; ama gerçek olduğu ortaya çıktığı için Pulitzer Ödülü aldı. Şam’ın Guta bölgesindeki ağır insanlık suçu olan vahşi kimyasal katliamda Roboski, Halepçe, Sivas, Maraş, Reyhanlı Katliamları’nın misline katlanmış acısı, vahşetin misline katlanmış kanlı salyası yok mu? Hersh’in Suriye’deki kimyasal katliamla ilgili iddiasına herhangi bir neden, hesap, gerekçeyle sessiz kalan, ya da basma kalıp açıklamalarla geçiştiren herkes, her örgüt o katliama, vahşete ortaktır! Bu kadar açık! Vahşet ve karanlık hesapların boyutu ‘milli mesele’nin de,‘çözüm süreci’ hesaplarının da çok ötesinde, insanlık sorunudur. Günü gelir, susan da, geçiştiren de altında ezilir...
Dilerim, 1 Mayıs ve Haziran İsyanı’nın yıl dönümü kutlamalarından halk güçleri 15-16 Haziran ruhu ve anti- faşist, antiemperyalist, anti ırkçı güç birliğiyle çıkar. Faşist ablukayı dağıtmanın çaresi budur. Ülkenin gerçek sahibini belirleyen ölçü sandığın % ibresi değil, halkın antifaşist öfkesidir!
-------------------------------------------------
Lenin: “Eğer bir toplumda devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa ama bir toplumsal değişimi gerçekleştirecek güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar”
Doğadaki depremden sonra, temeli kaymış, dengesi bozulmuş binalara ‘sıva, badana yapıp’ ‘sağlam’ diye oturuma açmakla, siyasi depremde ‘teknesi delik’ güçlerle mücadeleye açılmak birbirinden pek mi farklı? Faşizmin saldırısına dayanmak, mücadeleye hazırlık ‘sıva, badana’ işi değil, halkın antifaşist cephesini temel alan bir kavgayı yükseltme işidir. Bakalım çürüme hangi yönde yayılacak? Şeriatçı milislerin daha da azgınlaşıp ülkeyi iç savaşa çekmesine ya da kemiğinde hissettiği bıçağın dayanılmaz olduğu noktada halkın başsız isyanına ya da herkesin kendi kanununu uyguladığı un ufak çözülüşe doğru mu..? Tümünün sonu acıdır!
Daha 30 Mart’ın haftası dolmadan, yobaz, “Kadın yönetici dinimizce vacip değil” diyor; camiye çevrilen kilisenin papaz odası hela yapılıyor; AKP üyesi bir alçak, onca sabıkasına rağmen ‘kolayca girebildiği’ Meclis'te Ana Muhalefet Liderine saldırıyor; Yatağan işçilerinin en demokratik gösterileri faşist yöntemlerle engelleniyor; direnişteki Greif işçileri zorbaca gözaltına alınıyor;‘seçimde hile’ diyene ‘kediye sorun’ diyorlar! Siyasi zorbalığın artçı sarsıntısı saymakla bitmez: Çamlıca Tepesi’nde usulsüz cami inşaatı mı? Hızlandı! Anayasa Mahkemesi mi? “Haddini aştı!” Fezlekeli Bakanlar mı? “Masum vatandaş!” Urla’daki villalar mı? “Tapulu mesken!” TÜSAK yasası mı? “Sanat neymiş, sanatçı kim oluyor?” 1 Mayıs mı? “Taksim kapalı!”... Çürüme başka nasıl olur? Engellemek için sorun belli: hazırlık; toplumsal barikat!
Pulitzer Ödüllü ünlü gazeteci Seymour Hersh’in Suriye’deki kimyasal katliam için “Arkasında Türk Hükümeti var” iddiasına, Hükümet, “külliyen yalan” dedi! “Kısmen doğru” mu diyecekti? “Sıfırla” işine, “ayakkabı kutusu”na, “tapelere”, rüşvete doğru mu dediler ki? Seymour Hersh, Irak’ta, Vietnam’da, “ABD’nin katliamlarını” yazdığında “yalan” diye saldırıya uğramıştı; ama gerçek olduğu ortaya çıktığı için Pulitzer Ödülü aldı. Şam’ın Guta bölgesindeki ağır insanlık suçu olan vahşi kimyasal katliamda Roboski, Halepçe, Sivas, Maraş, Reyhanlı Katliamları’nın misline katlanmış acısı, vahşetin misline katlanmış kanlı salyası yok mu? Hersh’in Suriye’deki kimyasal katliamla ilgili iddiasına herhangi bir neden, hesap, gerekçeyle sessiz kalan, ya da basma kalıp açıklamalarla geçiştiren herkes, her örgüt o katliama, vahşete ortaktır! Bu kadar açık! Vahşet ve karanlık hesapların boyutu ‘milli mesele’nin de,‘çözüm süreci’ hesaplarının da çok ötesinde, insanlık sorunudur. Günü gelir, susan da, geçiştiren de altında ezilir...
Dilerim, 1 Mayıs ve Haziran İsyanı’nın yıl dönümü kutlamalarından halk güçleri 15-16 Haziran ruhu ve anti- faşist, antiemperyalist, anti ırkçı güç birliğiyle çıkar. Faşist ablukayı dağıtmanın çaresi budur. Ülkenin gerçek sahibini belirleyen ölçü sandığın % ibresi değil, halkın antifaşist öfkesidir!
-------------------------------------------------
Lenin: “Eğer bir toplumda devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa ama bir toplumsal değişimi gerçekleştirecek güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)