27 Şubat 2013 Çarşamba

Ektiğini biçersin


27 Şubat 2013, 15:07
Ektiğini biçersin
Ne “din” eken aydınlık biçer, ne de “kin” eken umut. Ne ekersen onu biçersin. İktidarın 10 yıldır yaptığı, “din ve kin” ekimidir. İlk yarıda alan hazırlığı ve gizli ekim yapıldı. Şimdi aleni. Hem de haldır haldır. Zaten RTE, “amaçlarının dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek olduğunu” söylemedi mi?

Dinciliğin ve kinciliğin ekimi ve hasadı hakkında örnekler sıralamaya gerek bile yok. Herhangi bir güne “Neler olmuş?” diye şöyle bir göz atmak yeter. Gelinen noktaya bak: Camide düğünü, Diyanet “İçki içilmediği ve kadınla dans edilmediği sürece caizdir” diye onayladı. İlahiyatçı Prof. “Muhitlerdeki diğer sosyal etkinlikler için de cami düşünülmeli” diye pekiştirdi. Camide sünnet, “İlk kez Pamukova’da yapıldı!” Camide veli toplantısını Niğde Milli Eğitim Müdürlüğü gerçekleştirdi! Camide “Dünyevi konularda konuşmalı toplantı sorunu” çözüldü. Derken, “Camide 180 vakit namaz kılan çocuğa tablet bilgisayar” yani “Namaza promosyon” dönemi başladı. Ülke ve dünyadaki gelişmeleri sormak için basın, “Devlet Büyükleri”ni, cami çıkışında bekliyor. Bunun bir adım ilerisi “grup toplantıları”nın cami içine taşınmasıdır!

Canlı canlı derisi yüzülmüş ceylan gibi, nükleer santral mezarlığı haline getirilmiş ormanlardan, hücreleri ülkenin en değerli evlatlarıyla doldurulmuş zindanlara kadar “kincilik” de, bu yarışta “dincilik”ten geri değil.  Zulüm, kan, katliam tutuklama, baskın olmadığı gün var mı? İktidar, aydınlık, bilimsel, uygar, eşitlikçi olan her şeye karşı kanlı, karanlık bir intikam hırsıyla dolu. Aydınlığı, uygarlığı, çağdaşlığı, adaleti, farklı kültür ve inançlara özgürlüğü, halklar arasında barış ve kardeşliği bunlar mı temsil edecek? Onu benim külahıma anlatsalar, o bile güler! Kendi ülkesinin emekçi halkına, doğasına, gençliğine, çağdaş hukukçusuna, bilim adamına, kültür dokusuna, Alevisine, Süryanisine bunca acımasız ve kin dolu olanlar birden bire “barış kardeşlik ve özgürlük temsilcisi” oldular! Sanki Uludere’de katliam yapan da örten de onlar değil! Şam’daki katliam silahları sanki Ay’dan geldi!

Şimdi, iktidar katında olsun, iktidar kürekçisi liberal kesimde olsun dillendirilen bu: “Barış için yakalanmış tarihi fırsat kaçırılmamalı. Herkes buna hizmet etmeli!” Yani ne yapacağız? Çok açık, istenen şu: “AKP ne yaparsa yapsın, asla karşı çıkmayın, en azından susun!” Yani faşizm istediğini yapacak, antifaşist susacak! Ülkenin en değerli hukukçuları zindana tıkılacak, sendikalar basılacak, ilerici, devrimci parti ve kurumlara saldırılacak, gençler coplanacak, gazlanacak, CIA’nın bütün kirli savaş hesapları ve kiralık katilleri ülkemizi üs tutacak ama biz susacağız! Ötesi, “Kürt sorununun bitmesi konusunda doğmuş bu tarihi fırsat”ın kaçmaması için AKP’ye yakın duracağız!

ABD’ye savaş taşeronluğu yapan AKP’ye, “Kürt sorununda akan kanı bitirmek için yakınlık” hesabı, “Kürt’le savaşı bitir, ‘tek’leşip emekçiyi tekmelemene de, Suriye’yi ‘Patriot’la yedeklemene de ses etmeyiz” noktasına varmaz mı? Vardığına, insanlık Irak’ta tanık. Hem de “Özerklik yolunda, Irak kanda boğula” türüyle. Öldürülen Iraklı 2 milyon. Bunun 2 bini, hedef seçilerek tek tek öldürülmüş aydın, sanatçı, yazar, bilim adamı. Aynı kanlı senaryo bütün Arap âleminde sergilendi. En kanlı biçimiyle şimdi Suriye’de sergileniyor. Bütün bu senaryolarda AKP rol almadı mı? Suriye’de sahnede değil mi? “Silahlar sussun, savaş bitsin!” demek iyi de, sistemin silah ve savaş tutkusu Kürt sorunuyla sınırlı değil. RTE, “tek”leşme avında, oltasına şimdi de yem diye, “Yeter ki savaş bitsin zehir içerim” sözünü taktı. Olta ucundaki yemin albenisine kananı ise, yazık ki iyi niyet kurtarmaya yetmiyor!

Umudun hasadı için çırpınmak soylu bir çaba, ama ekilen kin değil de gerçekten umut ise!

Kürt Atasözü:

“Qantır nazê xwê şin nayê (Katır doğurmaz, tuz yeşermez)”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Şubat 2013 Pazar

Faşizmin “zaman ayarlı” operasyonları


24 Şubat 2013, 11:54
Faşizmin “zaman ayarlı” operasyonları
Operasyon operasyona ekleniyor. Zemberek, yelkovan, akrep uyumu tıkır tıkır. Her şey önceden programlanmış, hesaplı, ölçülü, biçili. Aynı anda onlarca kentte, yüzlerce adrese birden. Son 5 yıldır bu böyle. Hız kesmeden. Bu ülkede hiçbir dönem, bunca uzun süre, ardı ardına bunca yoğun operasyon görülmedi. Hem de, Şam’dan Bağdat’a uluslararası boyutuyla.

Operasyonların hedefleri farklı da olsa, yöntem aynı. Biri, “örtü” niteliğinde medyatik, diğerleri ise, önceden belirlenmiş hedeflere “örtü altı” darbe! İşte, geçtiğimiz hafta Silivri’de sanık yakınlarına, Sinop’ta HDK heyetine, Samsun’da TKP’ye yönelik organize saldırılar ve aynı günün gecesinde ise kamuoyuna “DHKP-C ye yönelik” diye sunulan KESK’e, ÇHD ve HHB avukatlarına yönelik operasyonlar. Yüzlerce gözaltı, basılan ev, işyeri, dernek. Sıraya koydular. Yargıdan, kültür kurumlarına, demokratik kitle örgütlerinden, devrimci hareketlere, eğitim kurumlarından, sendikalara dek yıldırma, toplumu teslim alma taarruzu sürdürüyorlar. Operasyon operasyonu izliyor. Ergenekon, Balyoz falan diye başladıkları dönemde “Devrimci Karargâh”la nabız yokladıkları sol güçlere geldi sıra. Dört yıl önce her şeyin altında “Ergenekon” ve “Darbe” vardı, şimdi DHKP-C var!  ÇHD, HHB, Grup Yorum, İstanbul Barosu ve en son KESK’e karşı düzenlenen operasyonların bir sonraki ayağında TKP, Halkevleri, ÖDP olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. İşaretleri  yeterince var. Yurtsever, devrimci, demokrat ve emekçi halka yandaş olan bütün muhalif güçler, ABD savaş taşeronu faşizmin hedefinde.

Yöntem aynı: Yalan, iftira, düzmece belge, gizli tanık, polis raporu, telefon dinleme, gizli kamera, kuvvetli şüphe, kitap, afiş, polis yapımı CD, çelik kapılı karargâhlar, kozmik oda, suikast krokileri, say ki say. 10 yıldır artık ezberlenmiş “suç kanıtları”! Fotoğraftan şarkı sözüne, her şey delil olma niteliği taşıyor. Savcının “suçlu” olduklarına “tahmin” ile karar vermesi  davaya dahil edilip mahkûm olmaya zaten yetiyor! Zindanlar, “tahminen suçlu”yla dolu! Diyelim ki, Grup Yorum’un konserine katılmışsın, o gün bir arkadaşın sana telefon edip ‘Nasıldı?” diye sormuş, sen de “Bomba gibiydi!” demişsin. Soran da yandı, sen de! Derdini anlatana dek 5 yıl geçer. 23 yıl ceza yersin, yattığın 5  yıl düşülür, 18 yıl daha yatman gerekir!  “Adalet sonunda tecelli eder!” diyorlar ya, o “umudu” da, “Eder ama bu yargıyla değil!” diye düzeltmek gerekli. “İleri Demokrasi”de böyle. “Yeni anayasa” ile daha beter olacak!

Acı olansa, halk güçlerine yönelik bu saldırılara örttükleri örtünün gördüğü itibar! Önceki operasyonların örtüsü, “vesayeti kırma, darbecilik ve 12 Eylül ile hesaplaşma, demokratik açılımlar” tezgâhında dokunmuştu. Yandaş yalaka medya ve soldan devşirme liberaller, tezgâhlarda haldır haldır  çalıştılar. Dinci faşizmin kurumlaşmasında AKP’ye hizmet verdiler. Yeni dönemin örtüsü için, “Barış’a uzatılan el, analar ağlamasın” tezgâhı kuruldu. AKP her istediğini yapacak, ama sen susacaksın! Her yanlış hareket, “tarihi olarak yakalanmış barış fırsatını” kaçırmaya hizmet eder! AKP faşizminin KESK’ten HHB’ye, DİSK’ten ÇHD’ye yönelik saldırılarına, emekçilere yönelik oyunlara karşı çıkmayacaksın! Patriotlara, savaş taşeronluğuna, ülkenin kültür ve doğa dokusuna yönelik yıkıma ses çıkarmayacaksın. Ötesi: “barış” sözüne inanıp AKP diktasına destek olacaksın. Örtü bu! Sarınırsanız! Liberallerin döndürdüğü plakta şimdi bu “şarkı” var! Dinlerseniz! Servis edilen “tatlı” bu! Yerseniz!

Unutulmasın ki, tarih yanılgıya ağır bedel ödetir. Faşizmin, gerçeği gizleyen kara örtüsü onu sarınan herkesi boğar. Buna, “demokrasi, halkların kardeşliği, özgürlük, barış” duygularıyla o örtüyü sarınma yanlışına düşenler de dahil. Tutunduğu dalı kesme anlamındadır. AKP’nin  operasyonları “zaman ayarlı” halk düşmanlığıdır. “Tek şef”lik yolundaki karanlık oyununu şimdi de “silahlar sussun” örtüsü altında oynuyor! Oyunu bozacak olansa halk güçlerinin birlikte, omuz omuza, antifaşist kükreyişidir.


Dörtlük

Coştukça yatağında selleşen nehirlere bak
Yağmur ve rüzgâr o büyük aşkın yamçısıdır
Dalgalan ey halk, kendine nehirleri örnek al
Emeğin uğrunda kavga onurun kamçısıdır


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Şubat 2013 Çarşamba

Hasta ziyaretine cenaze levazımatıyla gitmek


20 Şubat 2013, 12:59
Hasta ziyaretine cenaze levazımatıyla gitmek
Yurt, Başbakan’ın Ergin Saygun “ziyaret”ini “Hukuku katledenin cinayet mahalline dönüşü!” diye tanımlamıştı. “Koltuğunun altında cenaze levazımatıyla” diye başlatmak bu tanımı biraz daha tamamlar. Sadece Başbakan değil, bugünkü durumdan sorumlu herkes böyledir. Tümünün koltuk altında Profesör Dr. Fatih Hilmioğlu’nun kefeninden bir parça var.

Bu ülkenin  seçkin, çağdaş, bilgi ve bilinç kuyusu bir değerini göz göre göre ölüme terk ettiler. Nâzım’ın,“Yüreklerin kulakları sağır!” dizesi tam da bu halin tanımıdır. Bu vicdansızlık karşısında susan, öfkelenmeyen, duygusunu içinde ateş topu gibi taşımayan herkese lânet olsun. Bu hale yol açanlara, o yolda yürümeyi açık ya da utangaç savunanlara iki kere lânet olsun.

AKP zulmü karşısında yıllarca susan, kuyruğuna basmaktan titizlikle kaçınan, fakat AKP, “Savaş bitsin” deyiverince, birden “Barış, kardeşlik” havarisi kesilen ama Hilmioğlu türü acılara “bulaşmak”tan yine titizlikle kaçınanlara da lânet olsun. O koca koca yazarlara, starlara, aydın bozuntularına! Onların koltuğunun altında da Hilmioğlu’nun kefeninden  parça var. İnsan olmaktan, bilime adanmaktan, çağdaşlıktan, uygarlıktan, yurtseverlikten başka “suçu” olmayan, yani  suçsuzun suçsuzu bir değerimiz sızım sızım ölüyor. Güya işkence kalktı. İktidar ve yalaka yandaşları öyle söylüyor. Hilmioğlu’na yapılan, işkencenin en fütursuzudur. İşkencenin falakadan, elektrik şokuna dek çok türüne bizzat muhatap olmuş biriyim. Ama Hilmioğlu’na uygulanan tümünden beter. Evladının cesedini mezarı başında bekletip, onu cenaze yolunda saatlerce körfezde sürdüler. Ve o insan ölümcül hasta. İktidarın koltuk altındaki cenaze levazımatı budur. Yanında, kefen bezi masum kalır.

Hilmioğlu, kanser dahil, bir dizi ağır hastalığın pençesinde, inim inim. Ama “Yüreklerin kulakları sağır!” Bu nasıl vicdan, bu nasıl insanlık, bu nasıl hukuk, bu nasıl devlet adamlığı? Hani, bazı vahşet görüntüleri vardır, iç burkmasın diye yayınlanırken buzlandırılır. Hilmioğlu’nunkini ise parlatıp koyuyorlar.  “Hepinize,  bütün insani değerlere, insanlığa işkence yapıyoruz” dercesine. O ise, ne denli onurlu ki, baş eğmedi, etek öpmedi, “aman” demedi; tam tersi, avukatına “Boşuna tahliye talebinde bulunmayın, beni böyle öldürmek istiyorlar!” demiş. Hilmioğlu’na yapılan işkence, Hitler’in Nazi Almanyası ve Ortaçağ Krallarının, aslanlar önüne köle atma eğlenceleriyle aynı ayardadır. 21.yüzyıl ve dünyanın gözleri önünde. Demek ki, yüreklerin gözleri de kör! Zindandan, “Yargılanmıyoruz, öldürülüyoruz!” diye haber yollamış. Her gece ekranda, “domuz bağı”nı anımsatan yüzleriyle bir yığın zibidi, “insan hakları” üstüne ötüp duruyor. Hilmioğlu can çekişiyor. Onunla birlikte insanlık, demokrasi, hukuk can çekişiyor. Uygarlığın, insanlığın boğazında yobazlığın domuz bağı!

Hilmioğlu’na yapılanlar, bu toplumun tanık olduğu acımasızlığın, değer tanımazlığın en doruğunda yer aldı. Bu toplum, gerici, zalim yönetimlerin bin türünü gördü de, bu türünü ilk kez görüyor. Sağcı sağcı, solcu solcu, dinci dinci, faşist faşitti. Bunlarda tümünün maskesi var. “Analar ağlamasın”dan “Ananı da al git”ciliğe kadar. Koltuk altında cenaze levazımatıyla hastane ziyaretine gitmek de zaten budur.

Olayın acısını içinde duyanlara gelince: Anlamıyorum, bu kadar zor mu, sözgelimi CHP’li yüz vekilin gidip o zindanın önünde, ölümü paylaşmak adına ölüm orucuna yatması; dünyaya bu acıyı teşhir edip, esirini aslanın ağzından kapması? Hiç kuşkum yok ki, en az yüz bin insan da acıyı canıyla bölüşecektir.

Başta Adalet Bakanı, devlet erkânı bu konu sorulduğunda “hukukun, adaletin üstünlüğü, bağımsızlığı” diye “yanıt” marka ciklet çiğniyorlar. Utanma duyguları da yok. Ayrıca, olsa ne fark edecek?


Dörtlük

Sustum sadece sustum

Konuştu konuşacağı kadar

Baktım sadece baktım

Yüzü yok utansa neye yarar

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Şubat 2013 Pazar

Aydın olmanın mayası / Nihat Behram


17 Şubat 2013, 12:18
Aydın olmanın mayası
Toplumu gericiliğe karşı uyarmak ve halkın safında yer alıp direnmek, aydın kimliğinin mayasıdır. Mayası bu olmayanın “aydın” sıfatı, “maske" den öte anlam taşımaz. Ortalıkta bu sıfatla dolaşanların çoğu aydın değil, “ampul nuru” vurmuş eşya ve gölgesidir. Büyüklüğü küçüklüğü, sabitliği titrekliği ampulle mesafesine göre şekil alır. Sigorta atsın ya da ampul patlasın, kendi ışığı ve enerjisi olmadığı için karanlıkta hareketsiz kalır.

Canlının en temel yaşam kaynağı gün ışığıdır. Sönümsüz , sonsuz ve can ile ilintisi olan odur. Daldaki tomurcuktan, gökteki kırlangıca dek yaşama direncinin kaynağı gün ışığıdır. Aydının toplumla ilişkisinde de aynı anlam gizlidir. Aydını olmayan toplum cansızdır. Renksizdir. Canı ve rengi, vazodaki plastik çiçeğin “canı ve rengi” kadardır.

Bilimcisi, eğitimcisi, hukukçusu, politikacısı olmayan; sanatçısız, yazarsız, düşünürsüz bir toplumun varlığı ve ilerlemesi mümkün mü? Aydını, aydın yapan mayadan soyutlamak, toplumun hayat damarlarını kesmek anlamındadır. Politikacının, sanatçının, eğitimcinin, bilim insanının aydın niteliği taşıdığını belirtmek için, illaki her birinin başına, “devrimci sanatçı, devrimci politikacı” diye “devrimci” sıfatıyla pekiştirme koymak gerekmez. Çünkü aydının yapısında bu maya kendiliğinden bulunur.  Yazarlık, gazetecilik, valilik, başbakanlık da, hâkimlik, mimarlık, konsolosluk gibi bir meslektir ve her bir meslekten, aydın çıktığı gibi, faşist de çıkar. İsterse felsefe profesörü ya da başyazar olsun, meslek yapısı bir başına aydın olmayı içermez. Ortalık, “aydın” maskesiyle dolaşan faşist gazeteci, yazar, çizer, profesörle dolu değil mi? Günümüz memleket manzarası, “maskeli aydın balosu” ndan farksızdır. Balo salonunun “aydın” lık kaynağı ise “ampul” nurudur. Yetkililerin, “nur ala nur” derken kasıtları ampulün watt gücüdür! Daha aydınlık bir dünya değil, türbe türü daha “nurlu” bir salon anlamındadır! Yazık ki ülkemizin gerçeği budur. Halkın, toplumun hayat damarlarına yönelik gerici saldırılar birbiri ardına kesintisiz; sahtekârlık sınırsız; yobazlık dörtnaladır. Bu İktidarın, bal diye zehir sunma hüneriyle kimse yarışamaz. Katil beslemenin adı “insani yardım”, yobazlığın adı “kimliğine kavuşma”, kapanmanın adı “açılım”, çöküşün adı “dönüşüm”, çürümenin adı “birlikte yürüme”, savaş taşeronluğunun adı “analar ağlamasın”! Maskeli balonun tiplemeleri saymakla bitmez!

Maskeleri indirme, gerçeğe ışık tutma, toplumu uyarma ve halkın safında bizzat yer alarak direnme, aydının asli görevidir. Ülkenin gerçek aydınları bunu yapıyor. Geçtiğimiz hafta her biri halkın onur anıtı değerinde bir dizi aydın diklenişine tanık olduk. Bunların üçünü özellikle anmak istiyorum: Başkan Ümit Kocasakal ve İstanbul Barosu’nun insandan yana çağdaş hukuk bilinciyle, faşist, dinci, çağdışı hukuk yapılanmasına direnişi. Değerli Tiyatro sanatçısı Orhan Aydın’ın, Kültür Bakanı’na hitaben yazdığı ve toplumun, halkın varlık damarlarına ve kültür kurumlarına nasıl alçakça bir saldırı olduğunu sergileyen mektup-yazısı. Ve Sosyalistler Meclisi’nin “Yeni Anayasa AKP İktidarı’nın yarattığı dinci, işbirlikçi ve totaliter rejimin taçlandırılması anlamına gelecektir” başlığıyla halka sunduğu 10 Şubat Ankara toplantısı sonuç bildirgesi. (Gerek Orhan Aydın’ın mektubuna, gerekse Sosyalistler Meclisi’nin bildirgesine www.sol.org.tr soL Portal’dan ulaşılabilir. Okumak ve yaygınlaştırarak destek olmak gerekir.)

Toplumun yaşam damarlarına, emekçi halka, kültür ve sanat değerlerine, doğaya, hukuka, bilime, farklı kültür ve inançlara yönelik saldırılara; İktidarın, ülkeyi büyük bir felâketin eşiğine sürükleyen savaş politikalarına karşı, gerçek aydınlar, kendi alanlarında çırpınıyor. Eksik olan birliktir. Bugün, faşizme karşı birlikte mücadele, her zamankinden daha önemlidir. Bu ülkenin antifaşistleri, faşizmi süpürüp atacak güçtedir. Yeter ki birlik olsun.

______________________________________________________________

Sosyalistlerin Meclisi:

“Kürt sorunu, yeni Anayasa’yı ve AKP gericiliğini aklamak için kullanılamaz.”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

13 Şubat 2013 Çarşamba

Yurt’un “Gökçek’e Çakma Ödül” öfkesi


13 Şubat 2013, 11:44
Yurt’un “Gökçek’e Çakma Ödül” öfkesi
Gökçek sürekli “uçar”! Çünkü onunki gökçekimi! İşin tuhafı, ıslıkladıkça daha çok uçuyor! Gökçek’in ödülü “çakma” imiş! Tamam, Yurt bunu ortaya çıkarmasına çıkardı da, faydası ne? Şahsen, Yurt’un öfkesini anlayabilmiş değilim. Taklayı fazla kafaya takan biri değil ki “çakma”yı taksın! Onun doğal işi bu. Gelelim şu “çakma” meselesine:  Bir ödülün “çakma” olma ölçüsü ne, anlayabilmiş değilim? Diyelim ki, Pamuk’un “Edebiyat”,  Obama ve AB’nin “Barış” Nobel Ödülleri harbiden hakiki değil mi? Ama “sahte”den farkı ne? “Çakma” olmasa, Gökçek uçmaktan vazgeçip, gökçekiminden yerçekimine dönüp yere mi inecek? En iyisi, Ankara halkının o makamdan onu harbiden uçurması! Tek çare bu.

Öyle ya, “sahi” ile “sahte”nin günümüzde ne farkı var? “İleri Demokrasi” sahi mi, sahte mi? Davalar, barış, kardeşlik nutukları, kalkınma, çağ atlama, kentsel dönüşüm, adil bölüşüm falan, sahi mi sahte mi? Tamamı, AB, ABD, BM destekli, onaylı değil mi? Şimdi aynı makamlar, Gökçek’i n arkasında durduklarını “ıslak imza”yla belgelemiş olsalardı sahiliği mi kanıtlanmış olacaktı? Bu memlekette her şeyin sahtesi daha popüler ve revaçtadır. “Hacı” sıfatıyla dolaşan hırsız ve sahtekâr az mı?

 “Gökçek’in ödülü çakma!” 2013’te Turizm Bakanı olmuş kişiye verilen  “2012 Turizm ve Tanıtma Ödülü” de mi çakma? Ya Ankara Valisi? Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı tarafından, "Türkiye’de insan haklarının geliştirilmesine ve korunmasına katkıları ve diğer insan hakları kurullarına örnek gösterilebilir çalışmalarından dolayı" Ankara Valisi’ne verilen “teşekkür” ödülü çakma mı?

Esasında, çakma makma diye uğraşmaktansa, ödülleri çoğaltmakta yarar var. Ödül hak eden çok. Söz gelimi, Taraf’ın kendini “Marksist” diye tanımlayan yazarı, “Toplumun demokratikleşmesi için liberallerin çoğalması gerekir” düşüncesinden hareketle, “Marksist” olduğu halde gönüllü liberallik yapıyor! Ödüllendirilmesi gerekir. “Fedakârlık Ödülü”!

Necati Doğru “Bizim tek adam Hitlerleşiyor!” diye çırpınıyor. Ha keza, Orhan Bursalı’nın, Merdan Yanardağ’ın, Ataol’un, Baro Başkanı Kocasakal’ın, Cihaner’in, devrimci aydınların, sosyalist örgütlerin aynı uyarıyı yapmaktan dilleri kurudu. Ama,

S. Demirtaş, “Referandumda, yakın olduğumuz parti AKP’dir”; A.Türk, “Kürt sorununu çözerse Türkiye bölgede çok güçlü ve saygın bir devlet olur” diyor. Ödül, onların da hakkı. Faşizmden “demokrasi açılımı” bekleme sabırlarından dolayı “Sabır Ödülü”!

TV’lerde ve gazetelerde, bir gün sonra ortaya çıkacağını bile bile yalan mayalayanların da ödüle hakkı var. Maşallah, yalanı doğallaştırma çabaları az değil. Katmerlisini, cilalısını, inançlısını, inançsızını, narkozlusunu, tehditlisini, dualısını, kısacası yalanın her türünü TV penceresi ve gazete tenceresinde mayaladılar. “Yalanı Sindirme Pencere ve Tencere Ödülü” hakları. Ya da “Pişkinlik Ödülü”! Onların var da, “Başbakan’ın Valisiyim” diyen, “Çağırsın camını silerim, istesin canımı veririm” diyen vekillerin ödüle hakkı yok mu? En azından “Sultana Sadakat Ödülü”! Sonra: “İnsani yardım” seferberliğini es mi geçelim? ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Suriyeli muhaliflere 50 milyon dolar insani yardım yaptık” dediğinde, AKP, “İnsani yardımda bizimle kimse yarışamaz” diye celallendi! Mikrop imalâtını “sağlık seferberliği” diye sunma hünerini  gel de ödülsüz bırak! Sözgelimi: “Cellat da İnsandır Ödülü”!

 RTE, daha önce “Savcısıyım” dediği davaların birden bire “ziyaretçisi” olunca, “Eyalet Valisi” Ricciardone, danışıklı oyunun kuralı gereği “uzun tutukluluk insan haklarına aykırı” falan diye yankı verdi. H. Çelik “Haddini bil!” diye, RTE, “Şamar oğlanı değiliz!” diye esti gürledi. ABD, “Eyalet Valisi”ne sahip çıkınca da “toslayıp tısladılar”! “Toslama, Tıslama Ödülü” haklarıdır. Ödül alması gerekenler  saymakla bitmez. Sözgelimi, kimin cehennemlik olduğunu bilen, yani, “Zebanilik Ödülü”nü hak eden bir yığın profesör var! Yağcılık, yalakalık, kapıkulluğu....her biri ayrı ödül konusudur. Hem de öyle çakma makma değil, ABD, AB tasdikli, destekli!  Alayının ödüle hakkı var da, Gökçek’in niye olmasın?


H. Fielding:

“Sahte bir namus, sahte bir şerefle gölgesiymiş gibi birliktedir!”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Şubat 2013 Pazar

Yalanın İktidarı


10 Şubat 2013, 12:32
Yalanın  İktidarı
Yalan söylemek, iktidar olmanın doğasında vardır. Zaten iktidara gelme yolunda da “yapacağım, edeceğim” dediklerinin çoğunun yalan ve “yapamayacağı şeyler olduğunu” kendi de bilir. Bu vaatler, onun propaganda yakıtıdır. İktidardakiler, bir biçimde yalan söyler. Oyalama nedeniyle söyler, ortamı yatıştırma nedeniyle söyler, bir sorunu örtme nedeniyle söyler vs. Kimisi “masumane yalanlar”dır ama yalandır. Kapitalist sistemde, gerek iktidara gelme sürecinde, gerekse iktidar olduğunda yalanın dozu çok yüksektir ve caniyanedir. Bakın: Merkel’in, Obama’nın, Sarkozy’nin falan seçim sürecindeki vaatleri de seçildikten sonraki nutukları da yalan kuyusu gibidir. Muhalif güçler ise siyasetlerini bu yalanları açığa çıkarma üstüne kurarlar. Burjuva sistemlerde “yalan” ile “gerçek” bu çemberde döner.

Buraya kadar olan “iktidarın yalanı”dır. Fakat, “yalan” sadece siyasi iktidarı değil, bütün toplumsal kurumları ele geçirmiş ve hükmetmeye başlamışsa, asıl felaket işte odur. Artık orada olan “iktidarın yalanı” değil “yalanın iktidarı”dır. “Gerçek” güçsüzleştirilmiştir; egemen olan “yalanın diktası”dır. Gerçeği ortaya çıkarıp savunacak, yalanın üstüne gidecek (yargı, medya, aydınlar, sanat, kültür, bilim, gençlik, eğitim, devrimci siyaset, kitle örgütleri, emekçi örgütleri) gibi  güçlerin, zincirlendiği, susturulduğu ve yerlerini iktidara kul olmuş sahtelerinin aldığı sistem faşizmden başkası değildir. Mussolini, Hitler, Franco, Pinochet, Evren dönemleri bunun birkaç örneğidir. Bu sistemlerde toplum “doğru”yu bulma olanağından yoksun bırakılmıştır. En fazla “yalanın nüansları”yla yetinmek durumundadır. Çünkü “muhalefet” diye sunulan da yalanın eklemidir. Topluma, “keskin zehir”den kurtulmanın yolu olarak “sulandırılmış zehir” sunulur! “Muhalif” diye dolanansa “yalanın gölgesi”dir.

Klasik faşizmde, muhalefet tümden yasaklanmıştır; yalan “tek şef” olarak kayıtsız şartsız egemendir.  Günümüz faşizminde, yalan, kendine muhalif olanı bıçkılayıp, boşluğuna kendine kul olanı doldurur. Sözgelimi, yargı ve medyayı kulu kılmıştır ama “demokrasicilik oyunu”nun gereği olarak “bağımsızlık” örtüsü altında tutar. Diktaya, “tek şef”lik sistemine, bu “demokrasi” örtüsü altında yürür. Hatta bugün ülkemizde bu örtü “ileri demokrasi” örtüsüdür. “Şeffaf” olduğu söylenir ama “kapkara bir örtü”dür. “Demokrasi” sözü “yalan”la bütünleştirilmiştir. “O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan?” masal sözünde, ironiyle “gerçek” diye sunulan “yılanın fili yutması” yalanı, “ileri demokrasi” de geçerlilik kazanmıştır. Bu kazanımı sağlamasında kendi imalatı olan “yalan makineleri”nden aldığı yardım önemlidir. Medya bu makinelerin başında gelir. Yalanın toplumda mayalanma penceresidir.

Deprem ve sel gibi afetler ne ise, yalanın iktidar olması da, toplum için odur! Yalanın sıradanlaşması, doğallık kazanması, toplum için çöküştür. Halkın direnme dinamikleri körleştirilmiş, yalana tutsak kılınmıştır. İnsanlar, tek tek ya da topluluklar halinde, yalan makinesine eklenmiş ve onun denetimine teslim olmuştur. Neyi öğrenip neyi öğrenmeyeceklerine; neye ibadet, neye riayet edeceklerine; ne içip ne içmeyeceklerine; nerde nasıl tatil yapacaklarına; kaç çocukları olacağına artık “yalanın diktası” karar verecektir. Hem de “Tanrı adına”! O diktada, zengin, zenginliği hak ettiği için zengindir! İşsizlik işsizin, yoksulluk yoksulun kendi suçudur! Ya da kaderi! Herkes kaderine razı olmalı ve şükretmelidir!

Yoksul halk, yalanların en büyüğü olan “kader” le sindirilmiş, acısını kaderi sayan, yalana teslim olmuş bir topluluk haline getirilmiştir. Yalanın iktidarı, yaşam damarlarını bu teslimiyetten emzirir. Onun damarlarını kesecek olansa, gerçeğin bıçağıdır. Sosyalist mücadele, sendikal örgütlenme, devrimci  sanat, bilim, halkın aydınları bu bıçağın bileği taşıdır. Evet, bugün halkın hafızası yalanla bulanık; toplumun bağrına yalanın iktidarı çöreklendi. Güç onun elinde, güçlü olan o.  Ama  “gerçeğin bıçağı”yla kaçınılmaz olarak bu yurdun ve halkın bağrından kesilip atılacak olan da o.

______________________________________________

Dörtlük

Yarıştırsalar insanda ‘yalan” mı kazanırdı, ‘doğru’ mu

Gerçeklik hafızaya hayalden önce ulanır mıydı

Sahtesi mi daha cazibeli bir şeyin sahisi mi

İnsanoğlu su olsaydı yine böyle bulanır mıydı

http://www.yurtgazetesi.com.tr/yalanin--iktidari-makale%2c3386.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Şubat 2013 Çarşamba

Halk düşmanlığı: “Kültür Operasyonları”


Halk düşmanlığı: “Kültür Operasyonları”

06 Şubat 2013, 14:15
Halk düşmanlığı: “Kültür Operasyonları”
Geleneksel halk kültürü olsun, çağdaş kültür sanat kurumları olsun, fark etmiyor, insana bilinç ve aydınlık taşıyan, ilerici, devrimci,  bütün değerler saldırının hedefi. Operasyonun biri bitiyor, kesintisiz diğeri başlıyor. Dört koldan saldırı halindeler. Bir ucunda yüzyıllar öncesinden halkın ataları Yunus, Kaygusuz; bir ucunda günümüzün aydınlık kültür kurumları, Akün ve Şinasi Sahneleri, Letafet Apartmanı. Yakılan, yıkılan değerler öz itibariyle birbiriyle bağıntılı. Saldırılar da kendi içinde bütünlüklü. Yobazlıkta, gericilikte aynı özün parçaları.

Çağdaş kültürümüzün “Çağdaş Sahne” gibi çok önemli mekanları hakkında yıkma kararları alınırken, Bakan sıfatlı kişi, medya konvoyuyla Said-i Nursi’nin Barla’da kaldığı evi “ziyaret” edip, oranın “Kültür Evi’ne dönüştürüleceğini” söylüyor. Başbakan’ın operaya, baleye verip veriştirdiği gün, devlet yetkilisi “muhafazakâr sanat” konusunu tartışmaya açıyor. Bütün bunlar hesaplı bir operasyonun parçalarıdır.

“Kentsel Dönüşüm”ü, medyada cafcaflı görüntülerle sunduklarına bakmayın, o öyle bir “dönüşüm” ki, “kültürel yıkımı” da içeriyor. Türbelere, tekkelere dokunma yok! Heykele, tiyatroya var. İktidar “Kentsel Dönüşüm”le, “kendine karşı olanı yıkıp kendine uygun olanı inşa” etmeyi, yani “kültürel dönüşümü” planlıyor.  “Yoğurt”un “Danone” olmasıyla başlayan “yenilenme” şimdi tarihi binaların, bilim kültür yuvalarının yıkılıp AVM olmalarına dayandı. Çekirge istilası gibi. Kültür kurumları, eğitim, hukuk, spor, doğa, nehirler, orman, dağlar... istila edilmedik yer kalmadı.

KÜLTÜR SANAT-SEN, MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ,TOBAV, DETİS, TOMEB, IŞIK-DER, TAKSAV,  ANKARA SANAT TİYATROSU, TİYATRO PEMBE KURBAĞA ve birçok kültür, sanat kuruluşunun yayınladığı bildiride, “Şehirlerin kültür ve sanat mekânları son dönemde yıkımla ve kapatılmayla anılıyor. Geçtiğimiz günlerde bunlara bir yenisi daha eklendi. Şinasi ve Akün Sahneleri. Bu sahneler her yıl 300’ü aşan oyunu ortalama 2 milyon seyirciyle buluşturmaktadır. Teknik donanımları dünya standartlarında olan bu sahneler birçok ulusal festivale ev sahipliği yapmaktadır. Ankara’nın göbeğinde yer alan bu sahneler şimdi perdelerinin kapanmasıyla yüz yüze. Mülk sahibi Emek İnşaat binaların ihale yoluyla satılacağını duyurdu. Emek İnşaat bazı kişiler veya şirketler kârlarına kâr katsın diye değil, devlet tarafından halk yararına yatırımların arttırılması amacıyla kurulmuş bir işletme. Şimdi halkın vergileriyle kurulmuş bu işletme halkın malını satacak!” diyor. Ülkemizin en değerli sanatçıları, aydınları sesleri duyulsun diye çırpınıyorlar! Yetkililerse sağır! “Duydum” rolü yapan kuklası gittikten sonra, Kültür Bakanlığı’na da gelip sahisi oturdu! Bekle ki duysun! Bunca aydının sesini duymazdan gelenlerin “İktidar” ve “güç sahibi” olma dışında ne özellikleri var? İlerici, devrimci, demokrat, aydınlık yuvası kültür, kişi ve kurumlara bu yapılanların Hitler döneminde yapılanlardan farkı ne?

Dün, tiyatronun kalbi iki mekânın, Şinasi ve Akün’ün satış ihaleleri yapıldı. Bugün de Modern Türk Tiyatrosu’nun kuruluşundaki en önemli mekânlardan Letafet Apartmanı’nın satış ihalesi var. ABD taşeronu dinci kapitalizm, halkı esir aldı. Hesabı “para” ve “dua”nın kârına ayarlı. Kavganın özünde yatan da budur: Halkla halk düşmanlığının, aydınlıkla karanlığın çatışması. Bu gelişmelerin yağma ve talandan öte bir anlamı var: İleri ve aydınlanmanın simgesi olan her şeyi yakıp yıkmak istiyorlar.

Cumhurbaşkanı  Gül, “İç problemler bitti, kültür ve sanat hızla yükselişe geçti!” demiş. Alay eder gibi. Artık iyice eminim: kültür bunlar için bir kül türü, yani bir tür kül! “İç problemler”den kasıt “yakma, yıkma” işleri. Yükselen “toz ve kül” olduğuna göre “yükseliş”ten kasıt da, üfürme hazırlığıdır! Körükleri Hocaefendilerin nefesi! Sivas’ta olduğu gibi, onca ozanın, sanatçının yakıldığı; “Şinasi ve Akün Sahneleri”nde, “Özgürlük Anıtı”nda olduğu gibi heykelin, tiyatronun yıkıldığı bir toplumda, bu olanlara “Normal!” mi diyeceğiz? Yoksa: “Toplu ve güçlü diklenmenin vakti geldi!” mi?
__________________________________________
Nâzım Hikmet:
“Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!”

3 Şubat 2013 Pazar

Yurtseverlik düşmanlığında yeni moda


03 Şubat 2013
Yurtseverlik düşmanlığında yeni moda
Şimdi moda bu: yurtseverlik konusunun açıldığı yerde ‘Ben dünya vatandaşıyım!’ diyeceksiniz! Vatan ve vatandaşlık tanımınızı dünya odaklı yapmaya hevesliyseniz, sesinizde mutlaka, yurtseverliği küçümseyen bir tını da olmalı. Bu tını bana, Avrupa’da Yeşiller’in ortaya çıktıkları ilk yıllarda, sosyalistlikten çark edip ‘yeşil’e ve ‘pembe’ye sarınanları anımsatıyor. Sesteki bu küçümseme tınısı, her türüyle dönekliğin vazgeçilmez motifidir! Yeni ‘hâl’i sunarken eski ‘hâl’i küçümsemek adettendir!

Marks, dünya vatandaşlığı duygusuna devasa bir anlam yükleyerek, “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” diyordu. Aman ha, poplaşmış, koflaşmış, kapitalist sistemle eşleşip ‘pamuk’laşmış dünya vatandaşlığında bu duyguyu aramayın! Onların dünya vatandaşlığı düşleri Paris’in, Viyana’nın, Venedik’in elit caféleriyle süslüdür. Fabrika bacalarının dumanıyla isli değil.

Pop şarkısı mırıldanır gibi ‘Dünya vatandaşıyım!’ derken Castro’nun Kübalısı, Chavez’in Venezuelalısı olmayı düşleyecek değiller ya! Tam tersi, kendilerini böyle algılayana gizli gizli hırlanırlar. Çünkü düşledikleri şey, ‘Dünyanın bütün ezilenleri birleşin!’ deki anlama değil, ‘Dünyanın bütün kapitalistleri koklaşın!’ hesabına ayarlıdır. Üstelik, sözlerindeki bu anlamın it gibi farkındadırlar! Zaten, ‘küreselcilik’ de, dünyanın bütün kapitalistlerinin birliğini hedefleyen tasma değil mi? Başta ABD, İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere o ülkelerin herbiri kendisini ‘Strong Nation’ yani ‘güçlü ulus’ vurgusuyla tanımlıyor. Gelişmenin yolu olarak yoksul ülkelere sundukları ise: globalizm! Az gelişmiş ülkelerdeki küreselci elitin ‘dünya vatandaşlık kimliği’ de bu paketin içinde olsa gerek!

Yurtseverlik tanımı ırkla değil, toprakla bütünlüklü bir anlam taşır. Irk içi değil, ırk ötesi bir duygudur. Irkseverlik değildir. Aynı coğrafyada farklı ulusal kimliklerdeki insanların birbirlerini kardeş hissetmeleriyle çelişmez. Yurtseverlik devrimciliğin olmazsa olmazıdır. Hele ki, halkın acılarına göğüs ve vicdan olmanın simgesi kimliğiyle aydın için, yurtseverlik daha da derin anlam taşır. Sorun bu noktaya dayandığında aydının Marksist olup olmaması da önemli değil. Bu duygu zaten Engels’in “Dünyanın bütün emekçileri birleşin!” sözüne yüklediği duygunun ikizidir. Ondan ki, Şilili Neruda’dan, Alman Brecht’e dek  yurtsever aydınlar kendilerini İspanyol Alberti’yle, Lorca’yla yurttaş ve kardeş saymış, yeryüzünden bütün yurtseverleri faşist Franco zulmüne karşı İspanya’da savaşa çağırmıştır.

Liberal düşünceyle sulanarak beslenen şu ‘dünya vatandaşları’nı, bu ruhla, yani dünyanın bütün emekçileri ve halklarını, birbirinin ikizi bilen ruhla sorgulayın, görün nasıl mızıklayacaklar! Metro işçilerinin hesap soran duruşu mu onları Parisli olmaya özendiriyor, Saint Michel cafélerinin expresso kokusu mu? Sorunuzun yanıtını yüzlerindeki naylonvari gülümsemeden hemen okuyacaksınız. Tıpkı ‘darbe karşıtlıkları’ gibi, bu beyefendilerin ‘dünya vatandaşlıkları’ da naylon bir duygudur. Dünyaseverlik mi? Dünyaseverlikse eğer, yurdu sevmeden dünyasever olmak ne menem bir şey? Bir açıklayan olsa da anlasam!

Dünyaseverlik fidanı, Paris’te ev ilânlarını, “Arap ve Türk olmayanlar tercih edilir” notuyla verenlere karşı dövüşmek duygusuyla; Almanya’da trenin altına atılan Afrikalı küçük kızın acısını devralmakla, Küba halkının yanında saf tutmakla, emperyalizmin saldırganlıklarına karşı durmakla, ezilenin sesi, ezenin korkusu olmakla filizlenir. Bu fidan ilkin insanın öz yurdunda kök tutar. Yurtseverlik bu kökün tanımıdır. Kendi bahçendeki ağaca ruhsuz dur, ortalıkta orman mühendisi olarak dolaş! Şu son dönem türeme liberallerin ‘dünya vatandaşlığı’ böyle bir şey olsa gerek! Yani, ‘tezgah’ işi naylon duygu! Hayatın diğer mevzularındaki üretimleri naylon değil mi sanki? Eh, kapitalist pazarın tombalacıları, piyango listelerine bir de ‘dünya vatandaşlığı’ eklemiş olsunlar! Yakışır!


Dörtlük
İlk bulutu ilk kuşu senin ufkunda tanıdıysam
Bağrında kırlarının geçtiyse çocukluğum
Dostluğu, özlemi, aşkı senin dilinde yoğurduysam
Acıların da acılarımdır sevgili yurdum


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..