27 Ocak 2013 Pazar

“Entelektüel” Yobazlar


27 Ocak 2013
“Entelektüel” Yobazlar
Ortalığı, “Zebani” hocalar doldurdu. Kim ve hangi davranış “Cehennemlik”, bunlar karar veriyor! Sanmayın ki din hocalarından söz ediyorum. Bunlar YÖK’çü hocalar! Dinci hocalar bunların yanında “zemzemle yıkanmış” kaldı!

Hani, kapanmayı “demokratik açılım”, geriye gidişi “ilerleme”, dincileşmeyi “özgürleşme”, faşizmi “ileri demokrasi”, vesayetin el değiştirmesini “vesayetin yıkılması” diye pazarlayan liberaller vardı ya; hani, adam açık sözlülükle, “biz muhafazakârız, yeşiliz, dindar ve kindarız” dedikçe, “yok yok, siz halk  hareketisiniz, dışınız yeşil de olsa, içiniz karpuz gibi kırmızı” diyen liberaller; işte onların, o “yok yok”larla “İslâm entelektüeli” referansı verdiği “hocalar” şimdi ortalığı doldurdu. Yobazlıkta, bunların yanında dinci hocalar zayıf kalır. Çünkü “entelektüel, profesör, bilim adamı” gibi sıfatları var!

Yok yokçu YÖK hocaları “entelektüel yobazlar”ın sadece bir bölümü. Diğer bir bölümü medya ve “kültür dünyası”na saçıldı. Hocaefendi tutkunundan, şeriat yutkununa; Darwin küfürbazından, ahlâk bağnazına kadar “entelektüel yobazlar” maşallah, artık sürüsüne bereket. Medya ve yayın dünyasına onlar egemen. “Meydan”ları ekran. Dövüşe hasımlarıyla değil, hısımlarıyla çıkıyorlar. Anlata anlata bitiremiyorlar. Tartışırken, karşısındaki ya kendisi gibi biri, ya piyonu. Ve nerdeyse tümünün, “demokrat” ve “entelektüel”lik “referans”ı soldan devşirme liberallerce tasdikli.

Geçenlerde, başımdan bir olay geçti: Yanıma bir genç oturdu. Otururken gülümsedi. Sonra konuştuk. 9’unda başlayıp 13’ünde hafızlığı tamamlamış. “Arapçan nasıl?” diye sordum. “Arapça bilmiyorum ama mühim değil, Kuran ezberimde!” dedi! Dedim ki, “Hafız, 3 senede, Arapça dahil 3 dil öğrenirdin!” Gözleri merakla ışıldıyordu ki, imam kolundan tutup yerini değiştirdi! Öyle baktı ki bana, sanki otobüste değil de cehennem kazanındayım; o da kazan başındaki Zebani! “Entelektüel yobazlar”ın da, esasında gedikli yobazlardan hiçbir farkı yok.  Ezberleri bozulmasın, neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Gerek gedikli yobaz, gerek türeme “entelektüel yobaz” sonuçta aynı telden, aynı çalgı, aynı akort. Biri şeriat yeşili “do diyez”, diğeri liberal aşılı “sol bemol”! Aydınlık olan her şeye düşmanlar! Tek farkları, bir kesim “entelektüel” olarak düşman! Ezberlerine basıldığı yerde, yuvasına ışık tutulmuş köstebek gibi panikliyor, kurt gibi saldırganlaşıyorlar. Tek farkları, bir kesim “demokrat” olarak saldırıyor!

Önceki bir yazımda, “Şuarâ (Şairler) Suresi” ve Hocaefendi’nin yorumunu yazmıştım. Yeni Şafak’ın “entelektüel” geçinen Salih Tuna adlı yobazının rahatı kaçmış. Bir insanda mercimek kadar bile beyin olsa, yine de, ateist ya da Müslüman olmayan bir şair hakkındaki “şeytana kulak veren, aşırı yalancı ve günahkâr, başı dönmüş bakışı bulanmış” türü yorumlar ve “kılıçtan geçirmeli, kafir, içinde şeytan var” türü sözlere sadece güler. Hani kafasını kaldırsa, yerel, evrensel bin kayaya çarpacak. Ama “Şuarâ Suresi” böyle söylüyor, Hocaefendi  de güncellemiş! “Entelektüel yobaz”ın onaydan başka çaresi mi var? Hele ki benim, “Hocaefendi aynen böyle söylüyor, inanmayan açıp dinler!” demem karşısında kopmuş! “Entelektüellik” düzeyi “Şuarâ Suresi”yle sınırlı! Cahil cesaretine bak: Ne Nâzım kaldı, ne Tevfik Fikret, ne Mayakowski ne Brecht; ne kadar büyük değer varsa, ”entelektüel yobaz” tümünü, zebani gibi cehennem kapısında sıraya dizdi! Eh, dinci faşizanlığın “ileri demokrasi” diye sunulduğu yerde, yobazın sanat, kültür gibi konularda ağzı lâf tutanına da “entelektüel” denmiş, çok mu?

“Adam” kılığında ortada dolaşıyorlar. Ecdatları Yavuz ve Şeyhülislam Ebu Suud. Kafaları mercimek tası. Onun da çevresi örümcek ağı! Buna rağmen, ukâla mı ukâla! Bunlar ekrandayken, sesini kesip bakacaksın ki, tavus kuşu edalarına kanasın. “Evet, ama yetmez!” En iyisi süpürüp atacaksın!



Dörtlük


Adamın haline bakan
Sanır ki dünyanın sahibi odur
Oysa ki ciğeri beş para etmez
Yüreği çalıdan bodur

20 Ocak 2013 Pazar

Faşizmin köpürüşü!


20 Ocak 2013
Faşizmin köpürüşü!
“Örtülü faşizm”miş! Ne “örtülüsü”? Bu artık, düpedüz “açık faşizm”dir. “İleri demokrasi”ye bak: Engin Ceber’in Metris Cezaevi’nde, Festus Okey’in Beyoğlu Polis Merkezi’nde işkenceyle öldürülmeleri; “Hayata Dönüş” adıyla yapılmış toplu katliam; Ayhan ve Ali Efeoğlu’nun gözaltında kaybedilmeleri; Ferhat Gerçek’in polis kurşunuyla felç bırakılması; TAYAD’lılara linç girişimi; Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer’in pankart açtığı için tutuklanması; işten atılan tekstil işçilerinin hakları gibi davaların avukatları ve Grup Yorum’un sanatçıları yüzlerce polisin katıldığı “helikopterli operasyon”la toplandılar.

HHB (Halkın Hukuk Bürosu)’nu kuran avukatlar, avukatlık niteliklerini, “Toplumsal muhalefetin, ezilenlerin, Kürtlerin avukatlarıyız!” diye açıklamışlardı. Demokrasiden, hukuktan yana, insan olan herkesin göğsünü kabartan bir açıklamaydı. Bu açıklamada halka verdikleri sözde de durdular. Bununla da kalmadı: HHB avukatları, “Alo, Polis İmdat!” hattını kurdular. Polisin işkence, dayak gibi yasadışı davranışlarının bildirilmesi halinde anında gerekli yasal müdahalenin yapılacağı ve mekâna hiçbir ücret talep etmeksizin gönüllü avukatların yollanacağını halka açıkladılar.

ÇHD ve HHB’ye yönelik baskı, saldırı ve pusular sinsi sinsi geliştirildi. Birçok kez bu avukatlar dayak dahil polisin saldırılarına hedef oldu. Geçtiğimiz aralık ayında HHB, İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde bir basın toplantısı yaparak, kendilerine yönelik baskı, gözdağı ve tertipleri madde madde kamuoyuna açıkladı. Gözaltına alınan ve “pişmanlık yasası”ndan faydalanmak isteyen kişilere, “HHB’nin DHKP-C Hukuk Birimi olduğunu biliyorum!” türü komplocu ifadeler imzalatıldığını; gözaltına alınan gençlerin ailelerine “HHB’dan avukat tutmaları halinde çocuklarının tutuklanacağı” gibi santajların yapıldığını belgeleriyle açıkladılar. Aynı basın toplantısında, karanlık güçlerce Çağlayan’daki bürolarına yerleştirilmiş kamera ve dinleme cihazını da basına göstererek teşhir ettiler.

7 ilde eş zamanlı düzenlenen ve onlarca kişinin gözaltına alındığı operasyonların bir hedefi işte bu avukatlar. Tam da,  Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (CHD) olaya ilişkin yaptığı açıklamadaki gibi: “Düşman ceza hukukunu uygulamaya koyan siyasi iktidar, toplumsal muhalefeti hukuki açıdan savunmasız bırakmak için saldırıları da özel olarak uygulamaktadır!”

Hedef bununla da sınırlı değil: kapıları kırılarak basılan yerler arasında Yürüyüş Dergisi, Grup Yorum’un sanat çalışmalarını sürdürdüğü İdil Kültür Merkezi ve bu kurumlarda çalışanların evleri de var. Planladıkları şey, yüzbinleri konser alanlarına toplayan ve bir ağızdan yurtsever, devrimci şarkılar söyleten, barış ve halkların kardeşliği duygusunu yaygınlaştıran Grup Yorum’dan intikam. Faşizmin köpürmesi bu değilse nedir? Polis bu kültür kurumlarına gaz bombalarıyla giriyor! Açıklamaya bak: “İdil Kültür Merkezi’nde, DHKP-C’nin kozmik odası” varmış! “Önceki operasyonda, 7 çelik kapılı kozmik odaya polis kapıları kırıp girene kadar militanlar belgeleri imha etmiş”! Şimdi, “Bunu önlemek için bu kez polis kapıdan değil pencereden  girmiş”! La Fontaine masalları gibi! Yiyene!

İddiaları da saldırıları gibi klasik: “HHB, terör örgütü DHKP-C’nin Hukuk Birimi; İdil Kültür Merkezi, Yürüyüş Dergisi ve Grup Yorum, örgütün legal kurumları!” Bu iddiaları, poster, kitap, dinleme tutanağı ve gizli tanık, CD, el bombası gibi “düzmece mühimmat”la süslediler mi, davalara iddianame tamam!

Hesap açık: Halkın teslim olması. Sisteme itirazı olanı, anti faşisti, yurtseveri, savaş karşıtını, mazlumun hakkını soran herkesi “susturma sırası”na koydular. Sırası gelene şahlanıyorlar! Acı olansa, birçok kesimin, “sırayı kabullenmiş” olması ve kendine dönük olmayan zulmü görmezden gelmesi! Tek çare: faşist komplo kime yönelik olursa olsun, bütün demokrasi güçlerinin ortak tepki göstermesidir. İktidarın bu saldırısına, Meclis’teki muhalefet partileri dahil, sessiz kalan, gerekli tepkiyi göstermeyen ya da “öylesine beyanatlar ve kınamayla” geçiştiren herkes, faşizme ortak olacaktır.


Gorge Orwel
“Pasifistler nesnel olarak faşizme yandaştır!”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/fasizmin-kopurusu-makale,3180.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

16 Ocak 2013 Çarşamba

Patriot’lara karşı mücadele yurtseverlik görevidir!


16 Ocak 2013
Patriot’lara karşı mücadele yurtseverlik görevidir!
Çocuğu, “Sağlıklı büyümek için yemeğini yemelisin!” diye uyarır gibi, toplumu “Varlığını sürdürebilmen için yurdu seveceksin!” diye uyarmak zorunda kalmak, ne kadar acı bir durum. Ama yazık ki bugünkü gerçeğimiz de bu. Asıl acı olansa, toplumun bu uyuşukluğu ‘doğuştan’ değil. Narkozlanmış, afyonlanmış bu hâl, sonradan olma.


Bir halkın emperyalizme karşı ayaklanması ve kurtuluş savaşı vermesine, dünya ilk kez Anadolu’da tanık oldu. Çok değil, daha 60’lı, 70 li yıllarda emperyalistler, çelik canavarlarıyla kıyılarımıza geldiklerinde, tepkiler karşısında neye uğradıklarını şaşırırlardı. Ertesi gün gazete manşetlerinin, “Gençler ABD askerlerini  denize döktü!”, “6. Filo’ya karşı gösteriler ülkeye yayıldı!” olacağı kesindi. Şu hale bak: Başbakan, “Türkiye NATO toprağıdır!”; Dışişleri Bakanı, “Sınırlarımız NATO sınırlarıdır!” diyor. Anadolu’nun bağrına kanlı savaş çivileri gibi çakılacak Patriotları alkışlamayı “yurtseverlik” diye sunuyorlar! Mehter marşıyla karşılama töreni yapmadıkları kaldı! Onu yapmayı da isterlerdi ama devrimcilerden korktular. Emperyalizmin kapıkulu, savaş taşeronu bu gerici sistemin ülkede kurumlaşması için, devşirme liberaller de özel görev yüklendi. Bu ülkeye yaptıkları yüz bin ihanetin  biri de bu: yurtseverlik duygusunu bulandırıp, sulandırmak.


TKP’

li devrimci gençler, günlerdir Ankara’da “Patriotlara karşı nöbet”teler. Düzenin korucu güçleri de boş durmuyor. Polis ve yandaş basın tetikte! Pusu ve saldırı bahanesi  üretme telaşındalar! Amaçları aynı: Patriotların sorun olmadan Anadolu’nun bağrına çakılması! TKP, Meclis’e bu konudaki sorumluluğunu anımsatmak, halkın dikkatini bu soruna çekmek için milletvekillerine hitaben yazıp, tümüne tek tek ilettiği mektubu kamuoyuna açıkladı. Mektupta “Patriot füzeleri ve yabancı askerlerin getirilmesi kararının TBMM'den kaçırıldığına” dikkat çekilip, "NATO’ya karşı çıkmanın bir yurtseverlik görevi olduğu" belirtiliyor: “Türkiye, hükümet tarafından bir savaş ortamına sokulmuş bulunuyor. Bu tablonun milletvekillerine ağır bir sorumluluk yüklediği açıktır. Patriot füzelerinin konuşlandırılması gerekçesiyle ülkemize NATO ülkelerinin askerleri gelmektedir. Bu asker girişi hukuksuzdur ve AKP hükümeti açıkça Anayasa suçu işlemektedir… Füze gönderen ülkelerde konu tartışılmakta, ama füzelerin yerleşeceği, yani bütün riskleri üstlenen ülkede tartışılmamaktadır… Türkiye, Suriye’deki karışıklıklarda taraf haline getirilmiş, birçoğu yabancı kökenli, Batı destekli ve önemli bir bölümü de radikal Sünni, ‘cihatçı’ karakterli silahlı milislerin hamisi konumuna oturtularak yanlış yola sokulmuştur. Artık bunun da ötesine geçilmekte, ülkemiz bir bölgesel savaşın hem kışkırtıcısı hem de alanı durumuna itilmektedir… Savaşın engellenmesi için elden gelen her şey yapılmalıdır. Bu bir barışseverlik, insanlık görevidir!” Dilerim gelen yanıtlar ve yanıt vermeyenler de açıklanır; kimin yurtsever, kimin yurduna düşmanlık hesapları içinde olduğunu halkın görmesi için.



Devrimci, yurtsever ve savaş karşıtı güçlerin, sokağa inmesi ve halkı, NATO ve Patriotlara karşı mücadeleye çağırması son günlerde hükümeti teleşlandırdı. Yetkililer yine “oyalama yalanları”na başladılar. Davutoğlu, maşallah, sanki bu ülkenin yurttaşı değil de “ABD Patriotu”! Pişkinliğe bak: “Tehditler kalkınca Patriotlar gider!” diyor. En büyük tehdit bizzat Patriotların kendisi değilmiş gibi! Tehdit öyle sıradan bir tehdit de değil. Halkı katliamlarla, sonu belirsiz savaşlarla karşı karşıya getirecek cinsten. Emperyalizme karşı isyan, isyanların en haklı olanıdır. Yok edilme tehdidiyle yüz yüze kalan bir halkın isyanından daha haklı ne olabilir?


Dörtlük:

Dünyanın neresinde mazlumlar ayaklansa
Yankılanır sesleri dağa taşa oyulur
Tutuşur senin de acıların yaralı Anadolu’m
Gün olur haykırışın uzaklardan duyulur

13 Ocak 2013 Pazar

Kurnazlık silahı


13 Ocak 2013
Kurnazlık silahı
Kürt hareketinde kimlikleriyle önemli 3 Kürt kadının Paris’te  katledilişlerinin hemen ertesinde, hükümet yetkilileri, görev bölüşümü yapmış gibi, artık ezberlenmiş tavırlarıyla olayı yorumladılar. Arınç, bu kez ağlamasa da, sesini titreterek,  hislerini “Gerçekten üzüntü duydum; böylesine vahşeti telin ediyorum!” diye dile getirdi. Aynı sırada Bakan Çelik, karanlık, katı ses tonuyla, “PKK’nin kendi içinde infazlar yaptığı bilinen şeydir!” diyerek  “iç hesaplaşma olduğu”nu vurguladı.

Artık bu toplumda hiçbir şeyin ölçüsü kalmadı. Hangi alana bakarsan bak, yalan, iftira, pişkinlik dört nala! Yazık ki bugün toplumun gerçeği bu! Acı olansa, büyük kesimin bu gerçeğe körlüğü!


Gerçeğe karşı körlük, körlüğün tehlikeli olanıdır. Organ değil, ruh ve bilinç kötürümlüğüdür. Görme engelliler “kör” diye adlandırılsa da, onlarınki körlük değildir. Doğayı göremeyişlerinin insanlığa hiçbir zararı yoktur. Tam tersi, onlar, vicdan ve diğer duygularının gözleriyle insanlığı nice zenginliğin sahibi kılmıştır. Asıl körlük, yalanı, halka yapılan kalleşliği, insanlık düşmanlığını, sinsi olanı görmemektir. Farkına varmasan da yalan yalandır ve farkına varmadığın sürece sen onun parçasısın. Hele ki yalana kanmış olan kişi, yalan mikrobunun taşıyıcısı ve yalancının erketesidir.


Üstelik günümüz dünyasında, yalanın artık gizlisi saklısı da yok. Her konuda her şey aleni! Tarihin hiçbir döneminde, yalancı, günümüz dünyasındaki kadar pişkin değildi. Siz istediğiniz kadar yalanı teşhir edin, açığa çıkarın; yalancı yine bildiğini okuyor. Her konuda. Suriye’de tezgahlanan oyundan, eğitimdeki hesaplara; barış planlarından, demokrasi güçlerine yönelik pusulara kadar, her alanda.


Eğitim Bakanı Dinçer’e göre, “Yunus’a sansür kimsenin haddine değil!” Madem ki öyle, bu nutku atacağına eğitimde kitap sansürünü kaldır. Haddini bilmezin yakasına yapış. Cezaevleri, yalanı teşhir eden suçsuz insanlarla dolu. Merak ediyorum: haddini bilmez kaç kişi var?


Tarım ve Hayvancılık Bakanı, “Suriye’ye insani yardım olarak 25 TIR un yola çıktı!” diyor. Hangi yoldan, kime? Bunu da söyle! ÖSO adlı çetelerin, katliamları yanı sıra, neyi, nasıl yağmalayıp, Türkiye’de pazarladıklarını sağır sultan duydu! Üstelik, sadece un ve ekmek mi? Ya yollanan “mühimmat”?


Zonguldak’ta  8 emekçiye mezar olan maden ocağı için uzmanlar defalarca “Güvenliksiz, kaza olmaması mucize!” diye rapor vermiş. Bakan Yıldız, cinayet mahallinde, “İhmal varsa gereğini yaparız!” diye nutuk atıyor! Cinayet nedeni ihmalse, en yetkili kişi olarak, hiç mi ihmalin yok? Galerilerdeki ilkel çalışma koşullarına gözlerini kapatmışlar, “Ya Allah, Bismillah” nidalarıyla uzaya uydu gönderme törenleri düzenleyip, “Ülkeye teknolojide çağ atlattık!” diye hava atıyorlar! Bakan Davutoğlu, “Tehdit altında olduğumuz için Patriotlar geldi, tehdit kalkarsa Patriotlar da gider!” diyor. Ortadoğu halklarına tehdit konusunda ilk akla gelenlerden biri sanki kendisi değil! Haberleşme Bakanı, devlet kurumlarından ele geçirilip çarşaf çarşaf sergilenmiş  yolsuzluk belgelerinin utancıyla değil de, sergilenmesinin hıncıyla, “Devlet kurumlarına karşı siber saldırıların tedbirini alacağız!” diyor. Birinin diğerinden farkı yok, tümü aynı!


Muhalefet mi? Dövüşteler! Bodrum ve ilçelerinin CHP, MHP ve DP’li belediye başkanlarının katılımıyla davul zurna eşliğinde “Develer dövüştürülmüş!” Dövüşün geliriyle cami yapılacak!


Dünyadaki fotokopi makinalarında, arızaların %23 ü, üstüne oturup kıçını çekmek isteyen insanlar yüzündenmiş! Maşallah, sanki toplum, gerici iktidarların fotokopi makinası! Üstelik oran % 60!

Komüniste, “kansız” de; laike, “dinsiz”; RedHack’a “terörist”; Grup Yorum’a, “anarşist”;  bilimciye, “kafir”; muhalife “darbeci”... Kurnazın silahı saymakla bitmez!



Kürt Atasözü:

“Navê gur derketiye; rovi dınya xera kır! (Kurdun adı çıkmış; tilki dünyayı yıktı!)”

http://www.yurtgazetesi.com.tr/kurnazlik-silahi-makale,3113.html

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Ocak 2013 Pazar

Büyük Buluşma, Levent Kırca ve küçük adamlar


06 Ocak 2013
Büyük Buluşma, Levent Kırca ve küçük adamlar
Sanatçılar Girişimi, geçtiğimiz yılın son haftasında Büyük Buluşma’yı gerçekleştirdi. Edebiyattan müziğe, tiyatrodan plastik sanatlara kendi alanlarının seçkin ve toplumun yüz akı birçok sanatçının omuzdaşlığıyla kotarılmış, beş bine yakın insanın izlediği etkinlik, esas olarak adına uygundur. Hataları ise aşılmaz hatalar değildir. Çünkü Sanatçılar Girişimi, omurgası itibariyle devrimci bir topluluktur.
AKP’nin, iktidarı süresince halka ve topluma, halkın ve toplumun değerlerine karşı sistemli bir biçimde sürdürdüğü saldırı ve karanlık hesaplarına, sanatçılar topluca meydan okumuştur. Bu meydan okuyuşu anlamlı ve önemli kılan, her biri kendi alanında seçkinliklerini kanıtlamış sanatçılarımızın toplumsal sorunlara karşı taşıdıkları duyarlılıktır. AKP bu duyarlılığı kırmak için iktidarı süresince “sabah kahvaltıları”ndan “açılım” tuzaklarına dek her yolu denedi. Sistemin tuzaklarına düşmeyen,  yavşaklaşmayan kesimlere karşı saldırı, hakaret ve baskılar birbirini izledi. Büyük Buluşma, bütün bunlara bir meydan okumadır. Ana niteliği budur. Pusuya yatanlar ise, bu niteliği ‘es geçip’ aksaklıklara sarıldılar. Saldırıların odağına ise Levent Kırca oturtuldu. Levent Kırca’ya ve o bahaneyle Sanatçılar Girişimi’ne yönelik saldırıların niteliği, saldıranların ne derece seviyesiz, halk düşmanlığının ne derece sinsi ve küçük adamların ne derece nankör olduklarının da aynası gibiydi. Levent Kırca bu toplumda yetişmiş çok değerli bir sanatçıdır. Sonradan olma değil, dehasıyla doğmuştur. Sadece kendi alanından Kel Hasan, Kavuklu Hamdi ve Dümbüllü’nün değil, şiir ve nesir alanından Nesin’in, Neyzen’in, Can Yücel’in ruhları da onda emanettir. Emanetini toz kondurtmadan da taşımaktadır.
Ağzına geldiği gibi konuşması onun kimliğidir. İyi ki de öyledir. Çünkü onu o yapan da, bizi onunla zengin kılan da onun bu özelliğidir. Can Yücel böyle değil miydi; ya Neyzen? Ona “Sen küfürbazsın!” deseniz, “Evet, niye şaşırdınız?” diyecektir. Savunduğu için değil, itirafı olarak! Bu tür sanatçının, diline geldiği gibi konuşma özelliği yasaklandığında, artık o olmaz. Küçük adamların anlamadıkları budur. Özal’a, “Niye şeyimi çaldın ulan!”; Çiller’e, “Devletin Jet Ski’sini nereye koydunuz?” diyen Kırca, bu kez de bir öfke anında (ki ölçüyü kaçırdığını özür dileyerek belirtti) o sözleri etti! Gecedeki asıl yanlışlık, tam da sahneye çıkarken geri çevrildiği için Kırca’nın köpürmesi değil, diğeridir. Yani sahneye bir Parti Başkanı’nın çıkarılması. Parti Başkanı değil de sanatçı çıksaydı, eğilerek yol verirdi.
Sistemin  erketesi devşirme liberaller gecedeki  aksamaları saldırılarına sıçrama noktası aldılar. İktidar vekilleri aydınlara, sanatçılara hakaretler savururken tısları çıkmamış bu kapıkulları, Kırca’ya ve o vesileyle geceye, akıllarınca, vurdu da vurdular. Esasında ise kustukları şey, faşizme karşı sanatçıların toplu meydan okumasına duydukları hınçtı. Ve zaten, “Eskiden TSK vardı şimdi Türk Sanatçı Kuvvetleri” türü salyalı sözler de bu hınç ve paniğin ifadesidir. Solun bir kesimi, gördükleri yanlışlara ilişkin yapıcı eleştiriler ve dostça uyarılar getirdiler. Bir kesiminde ise ahlâk ve akıl hocalığı depreşti. Yazık ki, en düzeysiz dili, kendisinden devrimci yaklaşım, anti faşist sanatçılara omuzdaşlık ve yapıcı eleştiri beklenen Evrensel kullandı. “Sanat değil utanç gecesi” başlığıyla. Kadın ve Kürt düşmanlığı yapılmış! Sanki aynı gecede Bilgesu Erenus Kürtçe şarkı söylememiş gibi. Sanki o gecede, “Kürtçülük” suçlamasıyla sittin senedir belâların hedefi sanatçılar yokmuş gibi. Sanki, Sanatçılar Girişimi, faşizmin Kürtlere yönelik baskı ve katliamlarına hiç ses çıkarmamış gibi. Salondaki bir grup dinleyicinin tavrını esas alıp bu başlığı attılar. Bakalım, zaman içinde, faşizme meydan okuyan yüzlerce sanatçının kotardığı “Reddediyoruz” gecesi mi “utanç verici” olarak anılacak, bu yaklaşım mı?
Sahneye çıkarılmasına sert tavır koyanlardan biri olarak, açık yüreklilikle söylemeliyim ki, geceyle ilgili en sağduyulu yaklaşım da Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımıydı! Levent Kırca’nın lanetlenmesi için olta olarak sorulan soruları, “Sanatçıyla karşı karşıya gelmek istemem, tehlikelidir!” diye yanıtladı. Yazar olarak sağduyunun imdadına ise Bekir Coşkun yetişti. Onun Levent Kırca yorumu aynı zamanda, kendisiyle küçük adamlar arasındaki dağlar kadar büyük farkı, bir kez daha açığa çıkardı. Büyük Buluşma, esasıyla, geçen yılın önemli etkinliklerinden biri olmuştur. Faşizme, savaşa ve padişah fermanına meydan okuyan yüz akı sanatçılarımız faşizme boyun eğmeyeceklerinin, dövüşeceklerinin işaretini vermiştir. Güçlenerek de sürecektir. Sinmeye mahkûm olansa küçük adamların hırıltısıdır.
_______________________________________
Stefan Zweig: “Küçüklerin büyüklük taslaması kadar tehlikeli bir şey yoktur!”

2 Ocak 2013 Çarşamba

Yunus’un, Kaygusuz’un yanında Padişah neyin nesi?


02 Ocak 2013
Yunus’un, Kaygusuz’un yanında Padişah neyin nesi?
İnsanlığın 13. yüzyıldan ölümsüz ve sönümsüz yanardağı, atamız Yunus Emre’den sonra, 14. yüzyılın yanardağı Kaygusuz Abdal’ın da kara kafalı yobazların makaslı saldırısına hedef olduğu ortaya çıktı!

Yobazların “icraatlarına” öfkeleniyordum da, açıkçası bu “icraata” öfkelenmedim. Tersine, sevindim! Çünkü tam tosladılar; bu “icraatta”, gidici olduklarının işareti çok açık. Bunlar gidici! Bu kesin. Kalıcı olmaları mümkün değil. Bu “icraat”, ölümlü olanın ölümsüz olana saldırısıdır ve insanlık tarihinde, ölümsüze saldıran ölümlünün kalıcılığı ve başarısına ilişkin bir gramlık bile kanıt yoktur. Ama tersiyle, yani ölümsüze saldıranın def olup gidişini anlatan öykülerle, tarihin çöplüğü tıka basa doludur!

Efendim % 50 halk desteği varmış! Evren gibi olsa, yani “halk desteği % 98” olsa ne yazar? Ya da Hitler gibi % 99.5 olsa? Bir coğrafyada, o coğrafyanın ölümsüz atalarına saldıran ölümlülerin kaderi belli. Gidicilik! Osmanlı’da, “Yunus’un katli vaciptir!” diyen ve şiirlerini yok etmeye çalışan  Molla Ebu Suud Efendilerin, Molla Kasımların nerde olduklarına bakın, günümüzdeki Molla Ebu Suudların kalıcı mı gidici mi olduğunu anlarsınız. Ama atamız Yunus’un ruhu pas tutmaz çelik gibi, nerdeyse bin yıldır ışıl ışıl! Çünkü o ruh kir tutmaz! Ona saldırmaya yeltenenler ise, tarihin çöplüğündeler. Kayıt böyle!

Yunus’u, Kaygusuz’u sansürleyenler ve ecdatları 36 Padişahın tekmili birden Yunus’un bir dizesiyle kantara çıksın, görelim hangisi ağır? Ölümsüzlükte. Kimi kılıcında kan hiç kurumamış olanları, evlâdını bile boğduranları ecdat bilir; kimininse Yunus, Kaygusuz gibi atası var. Tarihin kantarı bu!

Bakan Dinçer, bu sansürü, “Yunus’a sansürü tartışmak öküz altında buzağı aramaktır!” diye  yorumladı. Canının parçası, yani yavrusu ana şiirde yok, kayıp. Nereye nasıl gittiğini aramayalım mı? Faşizm “ileri demokrasi” örtüsünün altından çıktı; bakarsın şiirin kaybolan parçası da öküzün altındadır! MEB Talim Terbiye Kurulu’na göre ise: eksik olmasına rağmen “Şirden beklenen kazanımlar sağlanmış!” Kafaya bak! Kültür Bakanı ise, Noel Baba’nın kemiklerini ülkeye getirmeye uğraşıyor! Yunus’un kemiklerini sızlatmanın utancıyla kızaracağına!

Tabi ki hiçbiri çıkıp açık açık, “Sünni din ve tarikat anlayışımızın önündeki engelleri bir bir kazıma uğraşındayız!” demez. Tam tersi, o yüce değerlerimizi senden benden fazla savunur görünecekler. İçini faşizmle doldurdukları torbanın adı “İleri Demokrasi” değil mi? Eh, bir benzeri de “Yunus’u savunma” torbasıdır! Sünni, özellikle de şeriata dayalı yapının bir kültür mirası olmadığı için şeriatçılar halkın ruhunu emzirdiği kültüre tarih boyunca, “derisini yüzme, kökünü kazıma” hesabıyla saldırmıştır. Geleneksel halk kültürümüzün Yunus’tan Kaygusuz’a, Dadaloğlu’ndan Pir Sultan’a ataları esas olarak Alevi Bektaşi geleneğine bağlıdır. Şeriatçı yobazların tahammül edemedikleri bu gerçekliktir.

AKP dönemindeki  halk kültürümüze dönük sansür uygulamaları sıradan bir gericilik olayı değildir. Anadolu kültürünü katledip özünü, odağını değiştirme hesabının bir parçasıdır. Bu sadece AKP’nin de değil, bir halkı esir alma yolunun kültürünü katledip onu kimliksizleştirmekten geçtiğini bilen ABD’nin de hesabıdır.  Özellikle de emperyalizmin kuşatması altındaki coğrafyalarda, özgürlük savaşının kültür cephesi çok önemlidir. Amilcar Cabral ‘Ulusal Özgürlük ve Kültür’ yazısında şöyle diyor: “Emperyalist egemenliğin kültürel baskıya hayati gereksinim duyduğu yerde, ulusal kurtuluş zorunlu olarak bir kültür eylemi niteliği de taşır.”

Kültür atalarımıza sansür, basit bir saldırı değil, bir halkın varlık nedeni olan kültür köklerini kesmeye yönelik insanlık suçudur. Bu suçu işleyenleri süpüren tarihin dinamiğine eklenmek insanlık görevidir.

_____________________________________

Kaygusuz Abdal:

“Bana derler ki Şeyâtin (Şeytanlar)

  Senin yolunu azdırır

  Ben şu zerrâk (riyakâr) sofulardan

  Gayri bir Şeytan bilmezem”