Nihat Behram
Değerli okur, soL’da ilk yazımın çıktığı tarih 16 Haziran 2008. Dört yılı aşkın bir süredir bu seçkin yayında yazıyorum. Yazarlığını, varlığının ve omuzdaşlığının en üst düzeyi sayan biriyim. soL’da bu duygularla yer aldım ve onun yazarı olmanın onur ve gururuyla zenginleştim. Evet, zenginleştim. Çünkü sadece okumak değil, yazmak da insanı zenginleştirir. Kuşkusuz ki neyi nerede okuduğunuz, neyi nerede yazdığınızla orantılı olarak.
Bu dört yıl süresince, bir kez olsun yazı günümü aksatmadım. Buluşma yerine beş dakika gecikmenin, düşmana pusu fırsatı verebileceği tecrübesini, yaşamdan edinmiş bir kuşaktan geliyorum. soL okuruyla buluşmamın pusulası da aynı duygu olmuştur.
Bu sürecin, yazarlık yaşamımdaki en önemli özelliklerinden birisi ve birinci sırada olanı, ömrümde ilk kez bir yayın organında 4 yıl süreyle sansür görmeden yazabilmiş olmamdır. Bunun, yazdığıyla ancak hayatı soluyabilen, yazdığıyla ancak varolabilen, yazdığıyla ancak yatışabilen bir insan için ne anlama geldiğini, bu duygularla yazmayan biri ve okurun anlayabilmesi çok güçtür. Yazarlık hayatımda sansürün her türüyle karşılaştım. Bu söz, içimde kabuk bağlamaz bir yara taşıdığım anlamındadır.
Evet, yazarlık yaşamımda sansürün her türünü gördüm. Devlet kaynaklı resmi sansür ve yasaklamalar umurumda değil. Onu yara saymam, o bileğitaşımdır. Sistemin sansür ve yasaklarında bilenmek, devrimciliğin gereğidir. Zindanın zülmü de buna dahil. Bu kesimi geçiyorum. Çünkü sonuçta, belasına, “Hoş gelsin” diye rest çektiğim bir durumdur!
Basılı burjuva medyasına gelince:, sizden istenen yazı ya da sizinle yapılmış bir söyleşiyi, bütün uyarılarınız ve verilmiş söze rağmen, istedikleri şekle sokar, kuşa çevirebilirler. Sizin, “Sormaksızın değişiklik ve kısaltma yapmayın” uyarınız karşısında, onların “Bize güvenin!” demelerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü, yazı işleri müdürü ya da yönetmen etiketli kişilerin, kesip biçme yetkisini kendinde görmesi onlar açısından gayet “doğal”dır. Bizzat kendilerinin ısrarla istedikleri yazı ya da söyleşi için bile, yazarına dönüp kaderi hakkında bilgi vermek gibi sıradan bir nezaketleri yoktur. Bu kesimi de geçiyorum. Çünkü bu sorunun çözümü de sonuçta yazarda gizlidir: bir yayına güvenin yoksa, yazı veya söyleşi isteğine “hayır” dersin, olur biter. Ya da noterden “aslı gibi yayınlanacak” diye garanti vermesini istersin, ki yazarlık hayatımda bunu, yani “sansür edilmeyeceğine dair imzalı yazı ya da noter onayı” istediğim de olmuştur!
Sosyalist yayın organlarındaki sansür, kesip biçme, tahrif, es geçme durumu ise ‘bir dokun bin ah işit’ türündendir. Yaşadıklarımı anlatmaya başlasam, dört sene daha bu sütunu doldurur. Sansürün asıl acı verici, kabuk bağlamaz yarayı andıran türü budur. Yani, kendini devrimci diye niteleyen yayın yöneticisinin, ‘sınırlı politik görüşler’iyle, yazara ve özellikle de ‘sınırsız düş gücü’yle soluyan sanatçıya uyguladığı kırım. Düş gücüne sahip olmayı ‘soy’dan saydığım için bu kırıma ‘soykırım’ bile diyebilirim. Nice yazım bu soykırımın kurbanıdır ve mezarları bile belli değildir. Hele ki, solcuların çıkardığı ve yazar isminin konulmadığı, yazıların “Kadıköy’den bir okur, Malatya’dan bir proleter devrimci” türü imzalarla yayınlandığı dönemin yayınlarında. Şimdi komik gelse de, o dönemde şiir, öykü, röportaj türü ürünler bile bu türden imzalarla yayınlanırdı! Verdiğiniz ürünün kaderi, o siyasi yapı tarafından görevlendirilen ‘yayın komiseri’nin insafına kalmıştı. İstediği bölümü keser, istediği bölümü değiştirir, yeni bölüm ekler, orasına burasına slogan yerleştirir, adını değiştirir ya da tümden yırtıp atar! İşin ilginci: bu “komiser”lerin bir çoğu şu an devrimci değil. Solculuğu sürdürenlerin solculuğu da o günkü ‘çizgi’ değil! Bari, ödedikleri bir bedel, ya da en azından geçmişleriyle ‘ıslak imzalı’ yüzleşmeleri olsa! Sonuçta, yine bedeli ödeyen, haksız ve insafsız yere kurbanlık koyun gibi kesip biçtikleri, kırpıp yüzdükleri yazılar olmuyor mu? O yıllarda kurşun kalem veya tükenmezle yazıp bu yayınlara verdiğim, o kırımların kurbanı yazılarımı bana geri verecek bir güç olsa, varsın karşılığında benden iki kolumu istesin! ‘Anıları önünde saygıyla eğilerek’ bu bölümü de geçiyorum.
Sadece yazarı olarak değil, iyi bir okuru olarak da soL’un tiryakisiyim. Her biri ayrı değerde yazarlarını, bir öğrenci tutkusuyla okuyor ve öğreniyorum. soL portal çok zengin bir halk kütüphanesidir. Cahil giren bilgin çıkar derecesinde.
soL Portal, yayın anlayışı ve yazarlarına karşı tutumuyla, ülkemiz sosyalist yayıncılık alanında bir milattır. Sosyalist yayıncılık anlayışında gerçekliği görmenin gözbebeği olmuştur. Tabi ki sorunlar da yaşandı. Ama esası bu. Hatta soL’un redaktörleri, yazılara dokunmama tutumunu ‘yazılardaki yazım yanlışları’nı dahi düzeltmeyecek derecede işi ‘sansürsüzlük ifratı’na bile vardırdı! 'Sansürsüzlük ifratı'nın bir örneği de, yazılara ‘okur yorumu’ eklendiği dönemdir. Kuşkusuz ki bu uygulama, düzeyli okurun, yazara yankı vermesinin önemi hesaplanılarak yapılmıştır. Yine sanırım ki, bu ‘evdeki’ hesap ‘çarşıdaki’ yapıya uygun düşmediği için bu uygulamadan vazgeçildi. İyi ki de vazgeçildi. Çünkü, yapıcı eleştiri getiren ‘sevenler cephesi’ne oranla düşmanlıktan köpüren ‘lanetciler’ cephesi daha örgütlü. Yazdığım bir yazıya küfretmişler, lanetlemişler, umurumda olmaz. Ama gitsin kendi yayınları, kendi alanlarında kussunlar. Benim yazımın altında değil. Ben bütün gece gün ışıyana dek, ruhumu soluyarak, canımı kazıyarak yazacağım, bir lanet kenesi gelip, hem de final cümlesine yapışacak ve ömür boyu her yeri, her evi, her yüreği yazımla birlikte dolaşacak! Gel de katlan! Köpek bile, tenine yapışmış keneyi dişleriyle koparıp atarken....
Duydukları yakınlık ve güvenle bana yazarak, kendi bölgelerindeki yayınlara yazı, konuşma isteyen ya da şiir, öykü, roman gibi ürünler içeren dosyalarını ileterek değerlendirme bekleyen, hatta özel sorunlarını paylaşıp düşünce ve önerilerimi soran okuru, elimden geldiği, gücüm oranında ve yetişebildiğim kadar karşılıksız bırakmamaya çabaladım. Zaman zaman kendimi yazı makinesi gibi hissedecek derecede, her gün saatlerce çalıştığım halde, bir kısmına yetişmem mümkün olmadı. Bu satırlarım ise, isteklerini yerine getiremediğim okurumdan bağışlanma ricamdır.
Bana yazdığı mektuplarla, kimi zaman derinden duygulanmama, kimi zaman sevinçten dengesizleşmeme, kimi zaman odalardan taşıp yamaçlara koşmama neden olan değerli okur, şu satırları bir iadeyi ziyaret, bir teşekkür borcunu ödeme seslenişim say!
Aslında aklına estiği gibi, aklına estiği zaman yazan bir yazarlık karakterim var. ‘Bakarsın aklıma esiverir’ diye gece bile koynumda kalem ve kağıtla yatarım. Akılda her zaman esinti olmaz. Esintisiz zamanlarında aklın havası sisli, rutubetli, durgun, boğucu, bunaltıcıdır. Böyle zamanların ürünü, yazarın kendinin tekrarıdır. Konusunun, adının değişik olmasına bakmayın. Yazar, kendini tekrarlama açığını böyle örter, başka nasıl örtsün? Yazarın da bir zekası var, o kadar aptal mı ki, aynı yazıyı aynı başlıkla tekrar yayınlasın? Yazarlarda ‘kendini tekrar’ oranı en az yüzde seksendir. Kendini tekrarlamayan yüzde yirmi de, ya az yazmıştır ya da ‘tekrara muhtaç olmadan’ genç ölmüştür. Özellikle kökleri doğallıktan beslenen sanat ve sanatsal nitelikli ürünler, "Hadi yap!" denince yapılıvermiyor! Canlının doğal tepkileri gibi. Hani, kuşa "Hadi öt!" denmez ya, öyle. Hayvanat bahçesinde şempanzelerin bölümüne gelenlerin, o an şempanzelerin 'oyun' yapmasını beklemesi misali, “Hadi bir şiir yaz, hadi oku” dendiğinde, böyle diyeni hayvanat bahçesi ziyaretcisi saymasam da kendimi şempanze gibi hissettiğim olmuştur. Diyeceğim o ki: yazarlığımda komut altına alınma gibi, isteğe göre şekillenmeyi de kafesim sayarım. Bir yazar için en kutsal ölçü, ölçüsüzlüktür. Kendini sınırsız derecede özgür hissederek yaşadığını yazması, yazdığını yaşamasıdır. Disiplin ayrı bir şey.
İşte, yazarlık hayatımın ‘disipline edilmiş’ en uzun sürecini de, yine soL’da yaşadım. Bunu böyle kılan benim sabrım değil, soL’un sağlam, sağduyulu, incitmeden sağan; süssüz, gösterişsiz ama görkemli; hiçbir karşılık gözetmeksizin halk için çırpınan; ön yargısız, içtenlikli yapısıdır.
Değerli soL okuru, prensip olarak ilkin editörlere açılması gereken bir konu var ki, onu da önce size açıyorum. Bu yazım soL’daki son yazım değil ama dört yıllık sürecin son yazısıdır. Nefes alma ve tazelenme; ‘kendini tekrar eden yazar’ sisinden sıyrılma; şiir ve romanla küskünlüğü giderme gereksinimiyle şimdilik soL’da ara veriyorum. Sonra, yine aklıma estiği gibi ama bu kez aklıma estiği zamanlarda yazmayı sürdüreceğim. Editörden, soL logosundaki “Yazarımızın yazılarını iki haftada bir Çarşamba günleri okuyabilirsiniz” cümlesinin, “Yazarımızın aklına estiği zaman aklına estiği gibi yazdığı yazılarını soL da okuyabilirsiniz” biçiminde değişmesini isteyemeyeceğimi biliyorum. Ama en azından “Yazarımızın yazılarını soL’da okuyabilirsiniz” olarak değiştirilmesini, daha geniş ve ikna edici bir gerekçeyle editörüme bildireceğim. “Bu kapıdan disiplinsizliği sokamazsın!" derse, ne yapayım, karşılıklı iknanın olduğu bir çözüm arayacağız.
Değerli okur, “izin” sözünden gıcık kaptığım için “ara” diye nitelediğim bu sürece başlarken, sizinle bölüşmek istediğim bir duygum da heyecanım: soL günlük gazetemizi beklemenin heyecanı. Bu sözü sesli söylemek isterdim. Çağırma sesiyle...
Ağustos 2012
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder